31 Mayıs 2011 Salı

BEDRİ BAYKAM' IN ROLAND-GARROS SERGİSİ PARİS'TE AÇILDI..




Bedri Baykam'ın "Hayali Roland Garros'u" olarak adalandırdığı sergisi Fransa açık Tenis turnuasının oynandığı Roland-Garros stadyumu kompleksi içinde yer alan Fransız Tenis Federasyonu Müzesi'nde 22 mayıs Pazar günü açıldı.

Fransa Tenis Federasyonu Başkanı Jean Gachassin, Genel Müdürü Gilbert .... ve İletişim Bölümü Başkanı Edouard-Vincent Caloni'nin yaptıkları açılışa, Türkiye UNESCO daimi temsilcisi Büyükelçi Gürcan Türkoğlu, Türkiye Paris Başkonsolosu Uğur Arıner, yazar Nedim Gürsel, eski Istanbul Fransa Başkonsolosu Christiane Moro, gazeteci-yazar Hüseyin Latif, Ressam Onay Akbaş ve kalabalık bir fransız sanatsever grubu katıldı. Baykam'ın 4D tekniği ile lens yüzeyine gerçekleştirdiği 9 adet 185X245 cm ebadında yapıttan oluşan sergide Roland Garros tarihinde yüz yılı aşkın süre içinde iz bırakmış onlarca isim ve unutulmaz maç anları,bu derinlik katmanlarda hayat buluyor.

Büyük beğeni uyandıran Baykam'ın yapıtları hakkında yorumlar Roland-Garros'un resmi gazetesi ve dergisinde de geniş olarak yer buldu. 5 Mart 2012 tarihine kadar 8 ay boyunca binlerce spor ve sanatsever ziyaret edecek. Baykam'ın "Hayali Roland Garros Müzesi" sergisi için ayrıca Paris'te 52 sayfalık bir katalog yayınlandı.

Bilgi için İstanbul: Ceyda Akın
0212 258 4464

Bilgi için Paris: Lir Tan
0033 6 14 91 64 27

© FFT

© FFT

© FFT
© FFT

PSİKOLOJİK SAVAŞ VE SON SEFERBERLİK… / Bedri Baykam 31 Mayis 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

Seçimlere 12 gün kaldı… Ortada birçok anket, birçok dedikodu geziyor. Bunların altyapısı tezgahlananlarında, AKP hep ilk sırada ve neredeyse tek başına iktidar çıkıyor veya çıkarılıyor, bilemiyorum. Bildiğim tek şey, AKP’nin, gericiliğinden beklenilmeyecek boyutlarda bilgi çağını ve onun psikolojik hazırlık safhalarını ve analiz sonuçlarını ciddiye alıyor olması. Dinlenilen ben diyeyim yüz binler, siz deyin milyonlar, kurulan medya ağları, bunlarda kimlerin öne çıkarılabileceği konusunda oluşturulan genelgeler, kamuyu yönlendirmede eksper kişi ve kuruluşlarla çıkar ilişkileri, hepsi ortada…
Cumhuriyetçi-demokrat-Atatürkçü kesimde, bu psikolojik harekatın bilinçaltı da olsa genelinde ezikliği, sıkıntısı, sinir bozukluğu var. Tarihimizin en hayati seçimine 12 gün kala, artık durum tespiti ve tahminleri kenara bırakıp, büyük bir seferberliğe girmemiz lazım. Şu anda genel eğilimlerin ne olduğuna bakmadan, anketlerle ilgilenmeden, her köşede, her esnafta, her aile toplantısında, her kahve sohbetinde üzerimize düşeni yapmamız şart. Bunun içine internet çalışkanlığı, kamuoyu taramaları ve her türlü sanal rüzgar estirmeyi de ekleyebilirsiniz…
Belki kimi anketlerin dediği gibi, AKP şu anda %48 lerde... Belki yine tek başına iktidar limitlerinde geziniyor. Olabilir. Öyle olsa bile hedefimiz o oyları teker teker 12 gün kala azaltmaya çalışmak. Kurtarılan her oy, yobazlığa karşı özgürlüğe, ampule karşı güneşe, karanlığa ve kandırmacalara karşı aydınlanma ve dürüstlüğe taşınmış bir umuttur. Hiç kimsenin “adamlar zaten tezgahı da ayarlamış, kazanacaklar” diye söylenme ve çevresinin moralini bozmaya hakkı yoktur. Zaten kulağa daha hoş gelen başka iddialar da var. ABD'nin bile artık “ılımlı” sıfatını bir kenara kaldırıp, “İslamcı” AKP'yi bu sefer %35-38 arası gördüğü söylenmekte. İnan Kıraç veya Rıfat Serdaroğlu gibi deneyimli isimlerin, her türlü manipülasyona karşı, AKP'nin potansiyelini iddiaların çok altında gösteren analizleri var. Bu arada kamuoyu araştırmalarında bile, insanların açık açık AKP'ye karşı konuşmaktan çekindikleri ve her zaman doğruyu söylemedikleri de artık tespit edilmiş durumda. Yaratılan “Korku İmparatorluğu” havasından elbet etkilenenler oldu… Bu nedenlerle AKP'yi öne çıkaran anketleri “doğru ve tartışılmaz” kabul etmeye gerek yoktur. Tam tersine, yaratılan psikolojik savaş ortamında, kararsızları etkilemek için, muhalefetin gücünü ortaya koyan, AKP’nin iktidarı kaybediyor olmasının getirdiği sinir bozukluğu ile son manevralarını yapmaya çalıştığı gerçeği dile getirilmelidir. AKP'nin böyle davranması da kaçınılmazdır. Çünkü bu siyasi oluşum, iktidardan hiçbir zaman gitmemek üzere hazırlanmış bir yapıdır. AKP yarın muhalefette yerini alamaz. Çünkü yalnız iktidarla sürebilecek, yurt çapında siyasi ve ekonomik bir çıkar ilişkileri dizisini bünyesinde taşımaktadır.
Açık konuşalım: Seçimlerde dürüst sayım ve tasnifin yapılacağına dair %100 güven taşıyan hiçbir vatandaş göremiyorum çevremde. Bu işlere çok emek ve çaba harcamama rağmen kendi partim içinde bu tereddütlerin Genel Başkan tarafından kamuoyuna ifade edilmesi ve buna karşı kesin caydırıcı önlemler alınmasını sağlayamadım. Sn. Tacidar Seyhan, Sn. Umut Oran ve diğer arkadaşlar neden söz ettiğimi biliyorlar. Bunları da şikayet için filan söylediğim yok. Tam tersine, foto-finişte alınacak her önlem, zapt altına geçirilecek her sandık sayımı (yalnız kendi partimizin oy sayısı değil, her partinin oy sayısını baz alarak) bunu zabıt, tutanak, fotoğraf kanıtı ve merkezi değerlendirme metodu dahil her yöntemle denetleme ve sağlamasını alma, bugün her partinin olmazsa olmaz siyasi dürüstlük borcudur. Her vatandaş bu seçimlerde kendini doğal denetçi ilan etmeli, sandık hakimiyeti hiçbir aşamasında polislerin eline geçmemelidir. Çöplüklerden toplanan, yakılan oy torbaları faturaları bu halkın özgür iradesinin önüne hep taş koymuştur. Siyasi partilerimizi idare eden herkes, bu duruma karşı, zekasını, gücünü, anayasal haklarını ortaya koyacak formülleri bulmaya mecburdur…
Gün, seçim için seferberlik günüdür. Son 12 gün, iki ay kadar değerlidir! CHP ve Cumhuriyetçi güçbirliği sayesinde Parlamentoya taşınacak olan Silivri aydınları ise, ülkenin çehresini değiştirmeye adaydır…

30 Mayıs 2011 Pazartesi

ROLAND GARROS 'TA NADAL, SODERLING, CHELA VE MONFILS CEYREK FINALDE..

Bitirilemeyen programlar nedeniyle bir cok macin iki gune yayildigi Roland-Garros Fransa acik turnuasinda, 4. tur maclarinda cekismeli maclar oynandi. Gunun nispeten kolay macinda, favori ve 1 numarali plase Rafael Nadal, Hirvat Ljubicic i 7-5, 6-3, 6-3 le gectikten sonra basin toplantisinda form durumunu sorgulayan gazetecilerin ablukasi ile karsilasti. Nadal israrla bu elestirileri kabul etmedi ve her macta inis cikislar yasanabilecegini soyledi.
Gunun dunden sarkan kritik macinda fransizlarin buyuk umudu Gael Monfils Ispanyollarin toprak saha makinasi David Ferrer i 5 sette 6-4, 2-6, 7-5, 1-6, 8-6 yenerek elemeyi basardi. Sert geri oyununu bu yil daha da olgunlastiran ve daha az hata yapan Monfils, son set 5-3 40-15 de 2 kolay mac topu kacirdi ve ardindan mac 6-6 ya uzadi. Bu oyunda servisini kaybetme tehlikesi atlatan fransiz raket, ardindan rakibini kirarak maci kapamayi basardi.Monfils ceyrek finalde Federer le karsilasacak. Formunun zirvesine yaklasan MOnfils in Isvicreli rakibini ciddi anlamda zorlamasi bekleniyor.
Iki Guney Amerikali oyuncunun maraton macinda Arjantinli Chela, Kolombiyali Falla yi 5 sette 4-6, 6-2, 1-6, 7-6, 6-2 yenerek ceyrek finale cikti.
Tek bayanlarda Belaruslu Azarenka, rus Makarova yi 6-2, 6-3 , Cinli Na Li ise cek Kvitova yi 2-6, 6-1, 6-3 yenerek ceyrek finale ciktilar.

TURKISH ARTIST BEDRI BAYKAM SHOWS IN ROLAND-GARROS..

Internationally known Turkish artist Bedri Baykam who used to be an ex tennis player and who writes the Roland Garros tournament for the Turkish Press, is having an art show in Roland-Garros entitled "The Imaginary Museum of Roland-Garros by Bedri Baykam".
The show takes place at the Museum of the French Tennis Federation that is situated in Roland Garros. The President of the french tennis Federation M. Jean Gachassin has made the inauguration of the show on the 22nd of May, together with the start of the main draw.
Baykam uses a different new technique that he calls "4Ds"; those are lenticular prints that give a very heavy feeling of depth and use combined images together that end up producing a 3D effect much more advanced than holograms. The 4th dimension is "time" since Baykam brings together in those images, players from every generation. Thus we can see Sharapova playing in front of the legendary french Muskeeters or Nadal, Tilden and Bjorn Borg are together on the same image. Nastase, Federer, Soderling and Gerulaitis happen to encounter each other on this fantasy land. The players are often situated in arena type settings also with wild beasts on their side and legendary players and unforgettable matches are displayed together.
Baykam has been using htis technique since 2007 and has developped it over the last 15 years when he has been using all types of painterly or digital photography or material related transparencies and has finally decided to use all these together in combination on the lenticular surface.The results have beeen startling. His 4D works have already been shown in galleries and Museums in Istanbul, London, Shangai, California, Monaco, Berlin, Ankara and Paris. Last year he had a parallel show with the legendary norvegian artist Edvard Munch at the Pinacotheque de Paris Museum where a Munch retrospective was going on. Baykam was asked to do the contemporary version on Munch.
Baykam's show at the Museum in Roland-Garros will last till the 5th of March 2012.
For more info: www.bedribaykam.com

29 Mayıs 2011 Pazar

UNUTULMAZ ŞAMPİYONLUĞUN ÖYKÜSÜ (4)

TADINA DOYULMAZ BİR ZAFER! / Bedri Baykam

Artık kartlar Fenerbahçe nin eline geçmişti… yani rakibin sonuçlarına bakmadan “ben her maçımı alırsam zaten şampiyon olurum” durumları… İyi de daha oynanacak koca 10 maç vardı! Daha henüz o noktada “nasıl olsa her maçı ben çıkıp alırım” denecek bir durum yoktu ki… şampiyonluk teoride değil, emekle, terle, şansla, inatla, hırsla sahada kazanılacaktı ve maraton hala çok uzun sayılırdı. 10 maç değil, 2 saniyede ligin kaderinin değişebildiği bir ortamda daha cehennem kazanı kaynamaya devam edecekti.
Lider olarak çıkılan ilk maç, zor bir perspektif çiziyordu. Gençlerbirliği Ankara’da daha önce Fener’e çok çelme takmış bir takımdı. Buna rağmen zor hava şartlarında sarı lacivertliler maça iyi başlamış, önce Lugano’nun tipik bir ceza sahası golü, ardından bir Alex penaltısı, oyunu 2-0 a taşıyıvermişti. Ama erken sevinç kısa sürdü… G. Birliği, devre bitmeden 2-2 beraberliğe ulaşıverince 2. Yarı tabii ki azap içinde başladı. Ama Niang’ın golüyle öne geçen Fener ardından Santos tan yıl boyunca göreceği “maç kopartıcı” gollerden biriyle skoru 4-2 ye taşıdı ve 3 puana ulaştı.
Ertesi hafta içeride Konyaspor maçı vardı. Düşme tehlikesini iliklerinde hisseden Konyaspor’a karşı sarı lacivertliler iki santrforlarıyla sonuca gittiler, ilk yarıda Niang, 2. Yarıda Semih maçı 2-0 a bağlarken korkulan çelme yine yaşanmamıştı. Ama Trabzon’da her hafta kazanmaya devam ediyor, fark bir türlü açılamıyordu. Zaten liderliğe ulaşmadan da hep Sivas veya Manisa gibi maçlarda son dakika golleriyle maçı kurtarmışlardı. Şimdi de bu galibiyet dizisi sürüp gidiyordu.
Sonra sıra kim ne derse desin “büyük” bir maça geldi. O anda ligde kaçıncı olursa olsun, Galatasaray, Fenerbahçe karşısında daima bir tehlikeydi. Hem de son 10 yılın ağır sarı-lacivert hegemonyası altında süren istatistiklerine rağmen. Maç sarı-kırmızılıların henüz yenilgi yüzü görmedikleri yeni “Telekom Arena” adıyla anılan, resmi adı çelişkili stadlarında oynanacaktı. Bu arada Fenerbahçe’ nin anlaşılmaz şekilde Cimbom’a hediye olarak yolladığı Kazım, ilk defa Fener’e karşı yeni formasıyla oynayacaktı. Maç hızlı başladı. Kazım da golünü atıp Aykut hoca’nın kulübesine doğru hareketlenince, gerilim daha da arttı. Yoksa Fenerli yöneticiler bizim bilmediğimiz şeyleri biliyor, Kazım’ın bu gereksiz dengesizliklerinin boyutlarını mı hesaplıyorlardı? Sonuçta çok saçma bir davranıştı bu ve Kazım’ın içinde o iç hesaplaşmaların henüz çözümlenemediğini gösteriyordu. Maç bu skorla 2. Yarının 2. Yarısına kadar taşınırken, Arena keyiften yıkılıyor, seyirciler sezonun pansumanını bu maçla yapacaklarını umuyorlardı. Taa ki Alex 75. dakikada o frikiğin başına geçene kadar. Alex’in kan kardeşi Semih, kaptan’ın yanına gitti ve “öne kes gerisini bana bırak” dedi. Alex siparişi milimetresine kadar buyur edince Semih fırlayıp vurdu kafayı: 1-1! Sonra bu golün şaşkınlığı geçmeden sağdan Gökhan Gönül’ün kestiği ortaya Alex o mütevazı boyuyla onca stoper ve bek arasından o “falsolu” kafayı köşeye nasıl yollayabildi, hala Arenada bunu anlayabildiklerini sanmıyorum! 4 dakika sonra maç bitmiş, sarı lacivertliler yine inanılmazı başarmışlardı. “Adresin farklı, kaderin aynı” tişörtleri bu durum için önceden üretilmişti ve hemen giyildiler. Yorumsuz…
Ardından sıra Bursaspor maçına geldi. Beşiktaş ve Cimbom’u deplasmanda yendikten sonra, Bursasporla geçen yıldan kalan hesaplaşma vardı. Ama olmadı işte o maç. Üst üste gelen 10 galibiyetten sonra seri duruverdi. Verilmeyen penaltı iddialarını gündeme taşımak bir işe yaramazdı. O hafta Konya yı 1-0 yenen Trabzon, liderlik koltuğuna tekrar oturuverdi. Bitime 7 hafta kala ipler tekrar Trabzon’un eline geçivermişti. Başa gelen çekilecek, tekrar umutla bir Trabzon puan kaybı beklenecekti.
Ertesi hafta zor Eskişehir deplasmanında korkulan yaşanmadı ve Caner, Niang, semih golleriyle maç 3-1 kazanıldı. Üstelik moral bozukluğuna rağmen iyi bir oyun sergilemişti Fenerbahçe. Esas kilitlenmiş zor maç ertesi hafta Saraçoğlu’nda sotaya yatmış bekliyordu: Gaziantep, Fenerbahçe’ye kök söktürüyor, maç bir türlü çözülemiyor, dakikalar kum saati gibi eriyip gidiyordu. Aykut Hoca orada 2. Yarının ortalarında oyuna Stoch’u aldı. Son haftalarda hiç oynatılmayan Slovak, o andan itibaren ligin kaderine ağırlık koyan oyuncu olacaktı. Stoch çalımları ve pire gibi sağa sola koşmalarıyla rakibi dağıtıyor, defansı yıpratıyordu. Hakem oyunu 4 dakika uzattı. O dakikalar da erirken o anda puan farkı 4 e yükselmek üzereydi. Stoch son 20 saniyeye girildiğinde ince çalımlardan sonra kalecinin soluna şutunu son şans olarak çekti. Top direkten sekti ve … orada bekleyen Santos’un önüne geldi. Brezilyalı yıldız sol ayağının içini raket gibi tuttu ve top anında Antep filelerini hışımla boyladı. Bu golün yarattığı sevinç, şampiyonluk gibi bir tavan yaptı tribünlerde: ateş sönmemiş, umut ışıldamaya devam ediyordu!
Ertesi hafta maç Buca’daydı. Aykut Kocaman onca işi arasında o stresli günlerde,bıçaklı saldırıya uğradığım o melun haftada beni ziyarete gelmişti hastahaneye. Gözüm yaşardı yatakta. “Sevgili Aykut, tüm çocuklara selam söyle, özellikle Alex’e” dedim. “Tabii” dedi her zaman ki ”insan” duruşuyla… Hastanede seyrettim o maçı. Şeffaf çorba ve su içerek.Bir gün önce beklediğim olmuş, Trabzon Eskişehir’de0-0 la takılmıştı. Aynen bizim puan kaybettiğimiz Bursa maçında olduğu gibi, yoruma açık pozisyonlar olabilirdi, vardı. Ama sonuç değişmezdi artık. Kayıp puanlar yeniden eşitlendi ve liderlik şansı doğdu. Sonra İzmir’de maç nihayet başladı. Hayret’ Her şey de inadına kötü gidiyordu. Henüz düşmemiş olan Buca kök söktürüyor, hatta golleri peş peşe buluyordu. 2. Yarıda Kocaman Semih ve Stoch’u sahaya sürerek beklenilen doğru hamleyi yaptı. Ama golleri sıralayan yine Buca’ydı. Buca 3-1 ileri geçmişti! Son yarım saate girildiğinde ağzımdan şu cümleler çıktı: “Şampiyon olacak takım, ligin dibindeki bir takıma yarım saatte 3 gol atamayacaksa zaten şampiyon olmasın” deyiverdim, hem de inançla. Sesim duyuldu mesajı yolladığım kaptan tarafından. Kaptan önce gereksiz yere tartışılan yüzde yüz haklı penaltıyı, ardından da kafayı ağlara bırakıp durumu 3-3 e getiriverdi! Mucize sürecekti anlaşılan… Sonra Aykut Kocaman sezonu en beklenilmedik hamlesini en beklenilmedik anda yapıverdi: sahaya sürülen isim o sezon yalnız bir kere7 dakikacık oynamış Guiza’ ydı! İspanyol emekli gol kralı sahaya girerken, arkadaşlarına sağda oynayacağını hemen bildirip, ileri koşmaya başladı. 25 saniye sonra sağdan Semih nefis bir top kaldırdı Ispanyol’un koşu yoluna. Sanki bunu her maçta yapıyorlardı! Guiza rakibiyle paralel koştu ve çıkan kaleciden de istifade ederek, sağ ayağının içiyle 4-3 ü getiren golü atıverdi. Sahaya girelihenüz 40 saniye olmuştu! Sonra maç bitsin artık diye Fenerliler kurdeşen çıkarırken, Santos soldan jet tren hızıyla dalıp son dakikada maça kepengi indiren golü attı. Ligin lideri tekrar sarı-lacivertliler olmuştu!
Ertesi hafta “lider” sahasında IBB ile oynuyordu. Son 2 maçın yıldızı Stoch, henüz 2. dakikada Antep maçında golle noktalanan şutunu bu sefer erken çıkarıp bu sefer kalecinin sağından filelere bırakıyordu. Alex de 45 de skoru 2-0 a taşıdı ve maç bitiverdi. Ertesi hafta Fenerbahçe ye kök söktürecek bir rakip vardı deplasmanda: Kardemir Çelik Karabükspor. Adi gibi çetin cevizdi. Fenerbahçe rakibinin orta sahayı kilitlemesine çare bulamıyor, pozisyon üretemiyordu. Sonra, 66. Dakikada 15 saniyeliğine Fener lider gibi oynadı. İnce bir Stoch-Alex paslaşmasından sonra kaptan Lugano’ nun bölgesine ince iş bir top yuvarladı. Normalde kornerden kafa arayan Uruguaylı bir anlık refleksle rakip defansın ıskaladığı topu önünde buldu ve sol ayağıyla altı pastan topu filelere bıraktı. Evet ışık yine sönmemiş, kazadan dönülmüştü!
Ertesi hafta artık herkesin dilinde “2 maç, 180 dakika” söylemi kalmıştı. Ne uzun bir yol katetmişti sarı lacivertliler… O 2. Yarı başındaki “şu ilk 2 maç” söylemi, artık tek beraberlikle “son 2 maç” a kadar gelivermişti. Rakip güçlü Ankaragücü ydü. İlk 23 dakika, maçın sanıldığı gibi çok zor geçeceğini teyid ediyordu. Hatta Volkan’ın kurtardığı bir ters topun filelere gitmesi işten bile değildi. Sonra Alex üst üste 3 penaltı kullanıverdi! Trabzonlular daha pozisyonları görmeden gürültüye başlamışlardı ama bu penaltılar kendilerine Antep maçında hediye edilen penaltı gibi değil, harbi penaltılardı.. Maç, Alex in rekor 5 gole bir frikik ve bir nefis aşırtmayla eklenen Bekir in golüyle 6-0 a gidiverdi ve birilerinin o anda kulakları çınladı… Korkulan olmamış, ve iş yine son maça taşınmıştı…
Sivas’a gitmeden önce herkesin dilinde “Fenerbahçe içindeki korkuyla nasıl baş edecek” sorusu vardı… Aykut ise “biz yalnız ileri bakıyoruz, geçmişe değil” sözleriyle güven verirken yılın tartışmasız yıldızı Alex, aynı sakin kararlılığıyla dümeni elinde tutan kaptan görüntüsü çiziyor, arkadaşlarına sükûnet ve moral aşılıyordu. Santos’un bu sefer ilk yarıda erken gelen soldan bindirme golü heyecan dalgası yarattı ama Sivas buna erken karşılık verdi. Ardından Selçuk un kaygan zeminde yine uzaktan vurduğu şutla sürpriz golü geldi. Maçın 2. Yarısında Fener 2 defa Alex ve Yobo ile farkı 2 ye çıkardıysa sonuncusu 91. Dakikada gelen Sivas golleri, maçın son salisesine kadar şampiyonluk yarışının canlı kalmasını sağladı. Herhalde hakem Fırat Aydınus da bu heyecana dayanamadı ki, 2 dakika uzatmayı 5 saniye bile aştırmadı! Evet tur başlayabilirdi artık, hem Sivas’ta, hem Bağdat caddesinde, hem Taksimde, hem tüm Türkiye’de…
Sarı lacivertliler, böylece 2006 ve 2010 kabuslarını tarihe gömerken, Volkan’dan Gökhan Gönül’e, Alex ten Emre’ye, Santos’tan Stoch’a, Semih’ten Lugano’ya, Niang’dan Topuz’a kadar tüm yıldızları ve klas işçileriyle, 18 maçta gelen 17 galibiyetle şampiyonluğu hakeden bir büyük yıla imza atmıştı. Yine de son anda hala rakibini tebrik edeceğine Fener’e saldıran Trabzon camiası, olayın rengine ve centilmenliğe zarar veriyordu. Fenerbahçe geçen yıl ligi son anda kaçırınca kimseyi suçlamamış, Bursa’ya saldırmamış, suç varsa onu kendi içinde aramıştı. Bu olgun duruş, çok kötü sezon başlangıcına rağmen, zaferi getirmişti. Bundan herkesin çıkarması gereken dersler vardı. Diğer bir nokta ise her yerde dillenen “efendim bu yıl 2 şampiyon var, kimse üzülmesin, ikinci yok” sözleriydi… Nedense hiç kimse bu sözleri geçen yıl Bursa şampiyon olduğunda Fenerbahçe için kullanmamıştı! İşte herhalde böyle bir şeydi “Büyük takım” olmak! Yalnız, kaderine razı, kimseden yardım almayan ve kendinden başka tutunacak dalı olmayan bir büyük camia olarak yaşamak. İşte İslam Çupi nin Fenerbahçe’nin büyüklüğü ile ilgili dile getirdiği sözler biraz da bunları ima ediyordu…
Şimdi sıra bu başarı çıtasını Kocamaaaan bir Avrupa seferine çevirme işlemine gelmişti. Yıl boyu az gülüyor diye eleştirilen Aykut Hoca’nın içinde yaşadığı fırtinalarla kaç kitap yazılırdı dersiniz?
Fenerbahçe’nin onun yönetiminde yıllardır aradığı ve Daumla ulaşamadığı sürekliliği yakalama şansı, belki Şampiyonluk kadar önemliydi…

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Roland-Garros'ta Djokovic ve Nadal 4.turda ..

Roland-Garros'ta Djokovic ve Nadal 4.turda / Bedri Baykam

Roland-Garros'ta oynanan Fransa acik turnuasinda, cumartesi maclarinda pek bir surpriz yasanmadi ve favoriler maclarini kolay kazandilar. Gunun en cekismeli gecmesi beklenen maci, bir gun onceden gec basladigi icin bitirilemeyen sirp sampiyon Djokovic ile Arjantinli yildiz Juan Martin Del Potro arasindaki macti. 2 numarali favori Djokovic, 25 numarali bay Del Potro'yu 4 sette 6-3,3-6, 6-3, 6-2 yendi. Bu yil nadal dahil kimseye yenilmeyen ve yaptigi 37 maci da kazanan Djokovic geriden sert oyununu fileye de basariyla takip ederek 2009 da US Open i kazanma basarisi olan Del Potro'ya karsi istedigi sonucu aldi.4 numarali favori Ingliz Andy Murray, Alman Berrer i 6-2,6-3,6-2 yenerken hic zorlanmadi. grand Slam turnualarinda bir turlu kazanamayan Murray'in bu sefer Paris'te ne yapacagi yine merak konusu.Hirvat raket Ivan Ljubicic, Ispanyol Verdasco yu 6-3,7-6,6-4 yenerken macin seviyesi ve seyir zevki gunun en iyileri arasindaydi.Fransiz raket Gilles Simon, ABD li Mardy Fish'i 6-3,6-4,6-2 yenerken dun Tsonga 'nin maglubiyetiyle sarsilan vatandaslarinin yuregine su serpti. turnuanin bir numarali favorisi Rafael Nadal, elemelerden cikan 227 siradaki hirvat Veic'i 6-1,6-3, 6-0 la gecerken ilk iki macindakinden cok daha hizli ve is bitiriciydi.
Tek bayanlarda 2.turda olumden donen rus Sharapova, kolay bir mactan sonra Taipeili J.Chan'i 6-2,6-3 yenerek 4. tura cikti. Cinli Li Na, Romen Cirstea,yi 6-2, 6-2 yenerken Beyaz Rus Azarenka da Italyan Vinci yi 6-3, 6-2 yenerek 4. tura ilerlediler.

UNUTULMAZ ŞAMPİYONLUĞUN ÖYKÜSÜ (3)

ANTALYA KAMPI SONRASI BAŞLAYAN MUCİZELER DİZİSİ! Bedri Baykam

Fenerbahçe’nin tüm kimyasını düzelten Antalya kampında neler oldu, neler yaşandı? Belki Dolmabahçe görüşmeleri kadar olmasa bile, işte gizemini saklayacak bir konu. Gerek yönetimin, gerek futbolcuların gerek teknik direktörün dilinde bir tek cümle vardı: “İlk iki maç çok önemli. Onları kazanırsak, Antalya deplasmanını ve Trabzon maçlarını kazanırsak, fark 6 puana iner, ki bu da uzun lig maratonunda baş edilmez bir fark değil.”

Kulüp için birinci hedef, Aykut Kocaman’ın özgüvenini geri kazanmasıydı. Medya, muhalefetin bir kısmı ve malum Fener düşmanlarının dilinde “Aykut ne demiş? I couldn’t demiş” esprisi münasebetsizce dilleniyordu. (Aykudnt—yani “yapamadım” anlamına gelen inglizce fiil çekimi). Fenerbahçe’nin gururlu ama mütevazi hocası, herkesin saygısını kazanmış bir büyük futbolcu ve efendiliği ile tanınmış bir insanken şimdi birden herkesin diline düşen biri haline gelmesi, kolay yenilir yutulur lokma değildi. Bu arada Aykut Kocaman’ın “Trabzon’un ilk yarıda kazandığı penaltılar incelenmeli” şeklinde verdiği beklenilmedik demeç, birden iplerin iki kulüp arasında daha da gerilmesine yol açan ve Trabzon’un kimyasını bozan bir satranç hamlesi olarak belirdi. Açık konuşmak gerekirse, kimse özellikle Aykut Hoca’dan böylesine radikal bir çıkış beklemezdi.

Ama en az bu konu kadar radikal bir diğer olay, Alex ve Hocanın yıldızının barışmasıydı. Belki zaten buna “Kocaman ve Brezilyalıların yıldızının barışması” da denebilirdi. İşin gerçeğinde en azından kamuoyuna hatta sarı lacivertli camiaya yansıyan şekliyle Aykut Kocaman sanki takımdan Brezilyalıları dışlamak istemiş ama Alex üzerine kurulu sistemde bu hamle doğal olarak geri tepmişti. “Bu takıma 2-3 ciddi transfer şart” söylemine karşı ise, yönetim ve Aykut Hoca farklı bir sonuçta anlaştılar. Bu takımın elindeki futbolcuları kazanması lazımdı. Yani yeni transfer yapar gibi kendi oyuncuları ile güven tazelemek… Bu doğrultuda ilk hedefler tabii kaptan Alex ve ardından Santos’tu. Buna belki Bilica eklenebilirdi. Yani Brezilyalılar elindeyse, ve bu “iç özel grup” kadrolu sihirbazlarınsa, onları kullanmak, buzdolabıma kaldırmaktan daha akıl karıydı. Ama biri hariç. Bilica disiplinsiz saha içi ve dışı tavırlarıyla bir aforoz yemiş, yerine premier League den Yobo kiralık olarak transfer edilmişti.

İki oyuncu ise takımdan devre arasında uzaklaştırıldılar. Bunlardan biri Fenerbahçe’nin çok sık yaptığı bir kıyımdan nasibini alan ünlü santrfor Gökhan Ünal’dı. Yerli yıldızları transfer edip harcamayı alışkanlık haline getiren Fener, bu sendromu o kadar ısrarla transfer etme kararı aldığı Gökhan için de anlaşılmaz şekilde uygulamış, onu neredeyse hiç takıma monte etme çabası göstermemiş, hatta bunu hiç denememişti. İkinci “atılan” oyuncu ise, Colin Kazım’dı. Her haliyle hırs küpü olduğu ve forma girmek için forma giymekten başka bir şey beklemediği her halinden belli olan Milli oyuncu, anlaşılmaz şekilde harcanmış, hem de bedelsiz olarak ezeli rakip Galatasaray’a gitmesine göz yumulmuştu. Bu benim şahsen hiçbir zaman anlayabileceğim bir karar olmadı. Aykut Hoca ve Kazım arasında hangi diyaloglar yaşandı, hangi noktalarda neden film koptu, bunu ben bilemem. Ama Fenerbahçe’nin büyük hata yaptığını o günlerde yazdım ve Kazım aleyhine kampanya yapan ultraaslanların nasıl mahcup olacağını da gündeme getirdim. Zaman beni haklı çıkardı ve Kazım G.Saray formasını hep ilk 11 de başarılı bir şekilde taşımaya başladı. Tabii Fenerbahçe li yöneticiler bir karakter sorununu gündeme getiriyorlardı ve bu çok öznel yorumlara dayanan bir kriterdi… Ama bu da konumuz dışı. O günlerde sonuç bu eksilmeler ve yerlerine alınmayan, salt dedikodusu yapılan sözde “bomba transferler”di. Belki de Fenerbahçe için en doğru karardı aslında kadroya yeni isim katmamak. Gerek kıskançlık, gerek uyum sorunları, gerek bozulacak içsel dengeler böylece baştan önlenebilmişti.

Sonuçta eğrisi ve doğrusuyla Sarı lacivertliler hiçbir baskıya boyun eğmeden, kendi oyuncuları ve Hocalarıyla devam kararı almışlar, kendi aralarındaki sürtüşmeleri de bir köşeye bırakarak ciddi bir diyalog, güven arayışı ve dayanışma ağına yönelmişlerdi. Kamuoyu büyük kazanda olan biteni mizahi küçümsemelerle izliyor ve duruma dudak büküyordu. Bu arada sezon başı yaptığı dev transferlerle yetinmek istemeyen Beşiktaş, devre arasında “yok artık!” dedirtecek yeni Portekiz transferlerine yönelmiş,Quaresma’nın yönettiği çeteye …….,……ve ……… nin eklenmesiyle tam bir yıldızlar topluluğu haline gelmişti. Siyah-beyazlı yöneticiler o günlerde “17 de 17 yapmamız hiç de imkansız değil” diyerek, eşe dosta ve hatta düşmana ayar veriyor, iddialarını yukarılardan salıvermekte bir mahsur görmüyorlardı… Kamuoyu ciddi ciddi “Acaba 17/17 yapabilirler mi?” sorusunu kendi kendine yoğun olarak sorarken, Fenerbahçe’nin ortaya böyle “hava basmalar veya futbol geyikleri” atacak hali olmadığını bilmeyen yoktu. Sarı lacivertlilerin ağzından “O” cümleden başka hiçbir şey alınamıyordu: “şu ilk 2 maçı kazansak, her şey değişir”…

Sonuçta ligin arası bitiverdi ve Fenerbahçe, birden kendini Antalya stadında Medical park Antalya karşısında buluverdi. Sarı lacivertlilerin her şeyden önce bir kazaya uğramamak peşinde temkinli bir oyun oynadıkları ortadaydı. Gökhan Gönül ün 40. Dakikadaki nefis golü galibiyeti zar zor getirince meşhur “2 maç” ın ilki kazanılmış oldu. Trabzon o haftayı beraberlikle geçince, Fener-Trabzon maçı birden final maçı haline gelivermişti. Saraçoğlu, gelecek bir galibiyetle farkın birden 4 puana düşeceğini görüyor, herkes değişen havaya şaşırıyordu. Fenerbahçe o gün farklı bir rüzgar estirdi ve ilk yarıda üst üste Lugano ve Niang dan gelen gollerle alınan 2-0 lık galibiyet, 3 puanın ötesinde Trabzon’a karşı 2 li averajda üstünlüğün ele geçirildiğini müjdeliyordu. Böylece Mert Günok’un ilk yarıda Trabzon’da kurtardığı penaltı da belirleyici hale gelmiş oluyordu… Fark gerçekten de 2 maçta 9 dan 4 puana düşmüş, lig tekrar başlamıştı. 2. Yarıda Bursa’nın daBeşiktaşla beraber üst üste tökezlemeye başlaması, yarışın Fenerbahçe ve Trabzon arasında geçeceğini şimdiden beli ediyordu.

Peki ilk 2 maç bitmişti de diğerleri ne olacaktı? Manisa deplasmanı 2. Yarıda üst üste Alex, Niang ve Lugano’nun golleriyle 3-1 kazanılırken hesaplar artık hep”ilk yarının son maçı dahil 4 maç üst üste galibiyet” şeklinde açıklanmaya başlanmıştı. Ardından gelen haftada, sarı-lacivertlilerin görülecek bir hesabı daha vardı Trabzon’un ardından… ilk yarıda kaybedilen Kayseri maçının acısı da Saraçoğlu’nda çıkarıldı ve Niang ve Lugano’nun golleriyle 2-0 lık bir tarife de onlar kesildi. Fenerbahçe intikam dizisini başlatmış ve “büyük maç kazanamıyorlar” sözünü bitirmişti oradan itibaren… Beşiktaş maçı da zaten bu havayı perçinleyen diğer önemli maçımızdı. İnönü de havasından geçilmeyen Kartal, ilk golü Selçuk’un kafasından kalesinde gördükten sonra 45. Dakikada Ekrem Dağ ın mükemmel golüyle eşitliği sağlamıştı. Ama ligin 2. Yarısında başka bir kimliğe bürünen Alex’in o maç için başka planları vardı. Kaptan, 2-1 mağlup duruma düştükten sonra, biri penaltıdan 3 gol atacak, o maçla beraber ordinaryüslüğe terfi edecekti… yani “Kralex” sıfatı bile artık Lefterden sonra gelen yeni Ordinaryüse yetmez olmuştu. Kaptan’ın nerdeyse sıfır açıdan attığı 4. Gol, dünya futbol okullarında gösterilecek uzun “Alex golleri” dersine eklenen yeni bir sayfaydı.

Liderlik ise ertesi hafta geliverdi artık. Trabzon arada bir daha berabere kalmış, fark 2 puana inmişti. Sarı lacivertlilerin Kasımpaşa’yı Ordinaryüs ve Dia’nın golleriyle 2-0 yendikleri hafta, Trabzon kendi evinde Kayseri ile güç bela 3-3 berabere kalınca, Kanarya liderlik koltuğuna kuruluverdi… evet mucize gerçekleşmiş, 9 puan sıfırlanmış ve averajla o koltuğu oturulmuştu nihayet. İyi de bu liderlik nasıl korunacaktı ligin sonuna kadar? Bitmez tükenmez final haftaları başlamıştı artık…

27 Mayıs 2011 Cuma

1 NUMARALI WOZNIACKI ELENDI..

Roland Garros!'ta tek bayanlarda bir numarali favori caroline Wozniacki' slovak raket Daniela hantuchova'ya 6-1, 6-3 yenilerek elendi ve boylece ilk ciddi surpriz sonuc alindi. Son aylarda guzelligi kadar yukselen form grafigi ile dikkat ceken tecrubeli raket, dunya 1 numarasina karsi mukemmel bir mac cikarirken, kendi oyununun olgunluk donemine artik yaklastigini gosterdi.
Yine bayanlarda gecen yilin sampiyonu Italyan Schiavone, Cinli Peng e karsi 6-3, 2-1 ondeyken rakibi maci birakinca 4. tura cikti. gecen yilin centilmen finalisti Avustralyali Stosur ise Arjantinli Dulko ya 6-4, 1-6, 6-3 luk setlerle kaybetti ve elendi.Son aylardaki basarilariyla dunya tenisinin yeni dikkat ceken ismi Alman Goerges ise fransiz Bartoli ye ilk seti almasina ragmen 3-6, 6-2, 6-4 maglup olmaktan kurtulamadi. her ne kadar Bartoli nin klasmani daha iyi gorunse de bu sonuc da bir surpriz oldu.

Tek erkeklerde fransizlarin Muhammed Ali ye olan benzerligi ile dikkt ceken 1 numarali teniscileri Jo-Wilfried Tsonga, ilk 2 seti 6-4 ve 7-6 aldiktan sonra, 3. set tie-break inde maca 2 puan yaklasti, ancak o oyunu Isvicreli Wawrinka 7-5 lik puanlarla ald. Son 2 seti de 6-2 ve 6-3 kazanan federer'in takim arkadasi mac boyu saglam geri oyunu ve sert backhandleriyle dikkat cekti. Cok direkt hata yapan ve ozellikle kisa toplarda zorluk ceken Tsonga bir cok hayranini hayal kirikligina ugratti. Bir diger fransiz Gasquet, brezilyali Bellucci yi 4 sette yenerken, Davis Cup takim arkadasi Monfils de Belcikali Darcis i 6-3, 6-4, 7-5 yenerek yoluna devam etti. Roger Federer sirp Tipsarevic e karsi macini 6-1, 6-4, 6-3 le kolay kazanirken, Marsel Ilhan i 5 sette yenen Ispanyol Garcia-lopez, Italyan Fognini ye karsi ilk seti 6-4 almasina ragmen diger setleri 6-3, 6-3, 6-1 kaybederek elendi.

UNUTULMAZ ŞAMPİYONLUĞUN ÖYKÜSÜ (2)

LİGDE VE KUPADA HÜSRAN DÖNEMI / Bedri Baykam / Fotogol

Avrupa’da yaşanan hüsran sonunda Fenerbahçe’nin elinde ligde tutunma dışında bir umut kalmamıştı. Fenerbahçe camiası için, yanlış anlamayın, “ligde tutunma” demek, şampiyon olmaktır. Yoksa 2. olmak ve 8. olmak arasında fark yoktur. Sarı Lacivertli camia, yalnız o şampiyonluk kupasından şampanya içtikçe hayat suyunu bulan, yaşamını sürdürebilen, dev ”nev-i-şahsına münhasır” bir tekil canlıdır.
Seyircisiz oynanan ilk maçta tribünde, yeni transfer Niang yer alırken, Semih gol şov yapmaktadır. İlk yarıda gelen dört golleAntalyaspor’a karşı güzel bir başlangıca imza atılır. Ama ikinci haftada, zorlu Trabzon deplasmanı, 3-2’lik mağlubiyet getirince , Fenerbahçe camiasını sıkıntı basar. Bu sıkıntı, her ne kadar Saraçoğlu’nda bu sefer Niang’ın da attığı iki golle 4-2 kazanılan Manisa maçıyla biraz rahatlasa bile, hemen ardından Kayseri’de alınan 2-0’lık mağlubiyet hüznün ve tereddütlerin çökmesine neden olur. Konu yalnız iki zorlu deplasmanın da kaybedilmiş olması değildir. Ortada ciddi bir Alex krizi vardır. Trabzon maçında 75. Dakikada sahaya sürülen Young Boys ve Kayseri maçlarında 2. yarıya çıkarılmayan, tüm otoritesi ve havası şaibeli duruma getirilmiş bir kaptandır artık Alex… Soğuk bir savaş yaşanmaktadır; ancak Alex , sessiz ve saygılıdır hocasına karşı…
Hemen ardından Saraçoğlu’nda alınan 1-1’lik Beşiktaş beraberliği, yaraya tuz ekmiştir. Niang’ın golü yetmemiş, son zamanlarda genellikle 2-1 kazanılan Beşiktaş maçları serisi, bu kötü dönemde durmuştur. Bunun ardından çalkalanan Fenerbahçe camiası , nispeten üç galibiyetle hayata tutunmayı başaracaktır: Kasımpaşa’da alınan farklı galibiyet (2-6), Saraçoğlu’nda çetin ceviz Gençlerbirliği kalesine bırakılan 3 gol ve Konya’da alınan 4-1’lik galibiyet.
Alex krizinin karabatak günlerini yaşadığı bu dönem bir başka çelişkiyi de açığa çıkarır: Alex, sürekli olarak, Türkiye’de oynadığı futbolcular arasında, yerli yabancı, en iyi Semih’le anlaştığını söylemekte, ama neredeyse bu iki futbolcu hiçbir zaman bir arada oynatılmamaktadır. Buna anlam vermek zordur. Kazım olayı ise, tam bir gereksiz dert haline getirilmiştir. Üstün yetenekleri net olarak ortada olan bu oyuncuya bir türlü vize verilmemekte, Young Boys maçında gördüğü haksız sarı kartların hesabı mantıksız şekilde hala sorulmaktadır. Buna rağmen sessizliğini koruyan ve çalışarak şansını bekleyen Kazım, çok hırslı olmasına rağmen bir türlü hocadan yeşil ışık alamaz. 0-0 biten Galatasaray maçı, on yıldır süren iç saha galibiyeti serisinin sonudur. Hemen ardından gelen 1-1’lik Bursa beraberliği ise, geçen sene Sarı Lacivertlilere o büyük acıyı çektiren rakipten rövanşın alınamamasıdır. Bu iki maçta, takımda onca eksik olmasına rağmen, bir hırs küpü olarak bekleyen Kazım’ın kullanılmaması, ancak son dakikalarda oyuna sürülmesi, Aykut Hoca’nın kolay anlaşılamayan kararlarındandır. G.Saray maçında Semih ve Alex’in beraber oynatılmaması da buna eklenince, ortaya eklemleri sorgulanan bir takım çıkmıştır. Buna rağmen o haftalardan itibaren Aykut, Alex’i artık yedek bırakma operasyonuna son verecektir.
Sarı Lacivertli camia, önündeki tek ciddi hedef olan lig şampiyonluğuna uzanmaya çalışırken, şu gerçekle karşı karşıya kalmıştır: Fener bu ilk yarı sürerken, oynadığı hiçbir büyük maçı kazanamamıştır! Ne Trabzon, ne Beşiktaş, ne G.Saray ne Bursa! Bu durum, uzun süredir görülmemiş bir başarısızlıktır ve camiada futbol takımının yönetiminin sorgulanır hale gelmesinin en önemli nedeni budur. Fenerbahçe, o maçtan sonra da, “küçük zaferlerle” avunan profil, doğrultusunda, kendi sahasında Eskişehirspor’a 4, Bucaspor’a 5 gol atacaktır! Emre, Semih, Niang bu maçlarda yıldızlaşıp seyircinin gönlünü alacak…tır demek istiyoruz ama bu bile kursakta kalan bir sevinçtir. Çünkü önü ve arkası yine çıban yaralarıyla dolacaktır. Gaziantep önünde yaşanan ve hayal kırıklığı yaratan 2-1 lik mağlubiyet, Ankaragücü önünde Başkent’te aynı skorla alınan yenilgi, arada İBB ve Karabükspor galibiyetleri olsa bile, çok ağır bir hasar bırakacaktır. Trabzon ve Bursaspor alıp başını gitmiş, fark ciddi anlamda açılmaya başlamıştır. Ligin ilk devresinin son maçına çıkarken, Sivasspor önünde Sarı Lacivertliler, kendilerinin bile nedenini bilmedikleri şekilde, bir galibiyet almaya çalışmaktadırlar. Amaç artık, ya ele güne maskara olmamak, 12 puan geriye düşmemek, ya da ligi Avrupa’ya çıkabilir bir konumda bitirmeye çalışmaktı hedefleri.. . Alex’in 77. Dakikada gelen golü, bu zorlu maçtan sonra, camiaya devre biterken ufak bir pansuman yapmış olmaktadır. Trabzon 9, Bursa 6 puan arayı açmışken, sarı lacivertliler ilk yarı sonunda 6. Sıradayken kimse başka hesap yapmamaktadır…
Ama Sarı Lacivertliler için depremler ve sinir harplerinin gergin hatları hala bitmemiştir! Bir de ortada 27 yıldır alınamadığı için, her türlü internet geyiğine neden olan “Kupa” vardır. İşte devre arasına denk gelen günlerde, ligin acısı ve derdi yetmemiş gibi, Fenerbahçe bir de Kupa grup maçlarında evlere şenlik bir görüntü çizecektir. Üst üste alınan Ankaragücü, Buca ve Yeni Malatyaspor mağlubiyetleri, tam şaka ile kabus arasında bir yerlere düşürmektedir takımı. Fenerbahçe’nin prestiji, umutları, ruhu kanamış gitmiştir artık!
Basın, camia, yönetim, taraftar, her kafadan bir ses çıkmaktadır artık. Mesela Uğur Dündar gibi Fenerbahçe’de yöneticilik yapmış ünlü bir gazeteci bile, Aykut’un istifasını isteyen bir açık yazı yayınlamıştır. Yeni Malatyaspor maçından sonra ise Aykut, her yerden üzerine yönelen iğne ve oklara, başını isteyen büyük isimlere boyun eğmek durumunda kalmış, “istifa” kararını basına, her zamanki sakin ve vakur ses tonuyla açıklamanın ramağına gelmiştir.
O anlarda Fenerbahçe’de yaşananlar, camianın geldiği ilginç noktanın anlaşılması açısından ilginçtir. Öncelikle, başta Kaptan Alex olmak üzere, istifayı futbolcular engellemiştir. Arada aralarına kara kedi girse de, futbolcular ve Aykut arasında ciddi bir sevgi ve saygı bağı vardır. İkincisi, Başkan Aziz Yıldırım’ın imrenilecek tutumudur. Bundan 5 yıl önce, Avrupa Kupası’nda Fenerbahçe Saraçoğlu Stadı’nda ………………………………………………….. ile mücadele ederken, top her ayağına geldiğinde utanmadan Alex’i yuhalayan sorumsuz bir kesim seyirciye karşın, Başkan nasıl ayağa kalkıp büyük yıldıza alkışlarla sahip çıktıysa ve onu Fenerbahçe forması altında süperstarlığa taşıdıysa, şimdi de aynı kararlılık ve güç göstergesini Aykut Hoca için gösterme kararı almıştır…
Takımın kötü gitmesini fırsat bilip, yönetimi kökten sorgulayan bir muhalefet, başta Aykut ve Alex olmak üzere, futbol takımına alaylı bir kinle hücum eden kimi spor yazarları ve Fenerbahçe’nin karışmasından keyif alacak malum odaklara karşın, Yıldırım dimdik ayakta durup, Aykut’a güven oyu verdiklerini ve hocalarının kendi dönemlerinin sonuna kadar arkalarında olduklarını dosta düşmana açıklamıştır.
İyi güzel de, ortada yadsınamaz şekilde duran bu 9 puan farka rağmen Fenerbahçe hangi hedefe, hangi futbolcularla koşabilecektir? Takımdan kimler gönderilip, kimler transfer edilecektir? Bu sorular, karanlık günlerin ortasında gündeme taşınırken, herkesin birleştiği tek nokta, bu takıma en az iki ara transferin şart olduğu görüşüdür. Takım, bu fırtınaların ortasında kısa aranın ardından Antalya Kampına yönelirken, Başkan Yıldırım ve Aykut Hoca’nın ise bu konuda, birbirini tamamlayacak başka düşünceleri vardır. Bu kadar bilinmezin ve belirsizliğin ortasında, Fenerbahçe gemisi, uzun yolculuğun 2. kısmından önce bakım ve tamir için Antalya limanına çekildiğinde, artık yeni bir ufkun bekleyişi başlamıştır…

UNUTULMAZ ŞAMPİYONLUĞUN ÖYKÜSÜ (1)

Bundan Daha Kötü Başlangıç Olabilir mi? / Bedri Baykam / Fotogol

Fenerbahçe’nin bu sene aldığı şampiyonluğun kutlama coşkusunu izleyenlerin kimi şaşırabilir, kimi abartılı bulabilir, kimi bu kervana ayrı heyecan seline kapılarak katılabilir. Ama ortada tek bir gerçek var: Bu coşku, 2006 ve 2010 travmaları hatırlanmadan anlaşılamaz. Fenerbahçe kadar candan ve ödünsüz bir sevgiye sahip seyirci kitlesi olan takım dünyada zor bulunur. İşte o büyük aşkın sahipleri geçen beş yılda iki kez “düğün masası”ndan imzalar atılmadan kalktıkları için, işin yine son maça kaldığı bu yıl aynı stres devrede olunca, imzaların son anda yerini bulmasıyla bulutlara yükselmesini hiçbir dünyevi güç engelleyemez.
Kim ne derse desin hak edilerek alınmış ak süt gibi helal bir şampiyonluk bu. Zaten kem gözlerin iddia ettiği manevraları yapan bir takım olsaydı Fenerbahçe, Denizli ve Trabzon maçlarında da galibiyete ulaşacak bir formül arar ve bulurdu! Ama Sarı Lacivertliler bunu hiçbir zaman yapmadılar. Atılan her gol hakkında, meclis önergesi verircesine “araştırılsın” diyen yönetici mantığı iflas etmiştir. Trabzon’un çok başarılı bir mücadele verdiğini kabul edip, hemen ardından soruyorum: Kendi takımınızı da tebrik etmeniz normal. İyi de bunun için illa bizim takımı lekelemeniz mi lazım? Bu nasıl bir mantıktır? Geçen yıl Fenerbahçe şampiyonluğu 1-1’lik Trabzon beraberliği ile kaçırınca, Bursa’ya çamur atıp o şampiyonluğu gölgelemeye mi çalıştı? O sevinen insanlara çamur mu attı? Yoksa içine kapanıp, kaderine razı olup ileriye mi baktı? Sevgili Trabzonlu kardeşlerimizden de aradan 48 saat geçtikten sonra artık bu olgunluğu beklemek lazım. Yoksa bunun her zamanki gibi çok büyük zararları olacak ve bu ne Trabzon’a ne de ülkemiz futbol ortamına yakışacak.
O Trabzon ki, geçen yıl iki maçta, Fenerbahçe’nin çifte kupasını engellemişti: Kupa finalinde yenerek, ligin son maçında çelme atarak... Sarı Lacivertli camia bu maçlardan sonra, Trabzon’la ne bir husumet, ne de bir kan davası başlattı. Doğrusu da buydu…
Ne demiştik en başında? Bu yılın şampiyonluğunu anlamak için önce bu travmaları analiz etmek lazım. Denizli maçında, 2006 finalinde sahaya çıkan o ürkek takım, sanki ilk defa beraber oynayan futbolcular, Beşiktaş’la uzun haftalar önce anlaşmış Nobre’nin o maçta santrafor oynatılması, Anelka ve Semih gibi isimlere 11’de yer verilmemesi, direkler, kaçan goller, 17 dakika uzatmalar... Ve böylece Fenerbahçe’nin yine gerçekleştiremediği “3 defa üst üste şampiyonluk”…
Ardından Zico Aragones’ten sonra hiç beklenilmedik şekilde başlayan 2. Daum dönemi ve Trabzon’la Kadıköy’de yaşanan felaket. Sarı Lacivertliler forveti Guiza’ya teslim etmiş, bu sefer de Gökhan Ünal ve Semih yine yedek… “Top bir türlü girmedi” deniyordu… İyi de sen bu kadar kötü seçimler yaparsan, tabii ki girmez! Sonra Burak’ın orta diye yaptığı vuruş tesadüfen gol olunca pestilin çıkar!
Daha fazlasını anlatmaya dilim varmıyor! Yanlış anons travmaları, kürtajla alınan sahte ve trajikomik timsah yürüyüşleri, yarım kalan turlar, ateşe verilen koltuklar, gözyaşları ve hüzün dolu, acı yüklü sahneler… Buna yürek dayanmazdı. Başa gelen çekilirdi ve insanoğlu her duruma alışır diye bir söz vardı…
Aykut Kocaman, sportif direktörlükten teknik direktörlüğe, işte bu travmaların açık yaraları hala kanarken getirildi.
Sarı Lacivertliler’in unutulmaz santraforu, ki iddia ediyorum, 1965’ten bu yana o çapta bir santraforumuz olmamıştır, taraftarların büyük sevgisi, Türkiye’nin en centilmen futbolcusu şimdi bu kazan gibi fokurdayan lav üreten ortamın başına getirilmişti. Daum’la yolların ayrılması kolay olmadı. Pazarlıklarda direndi Alman Hoca, işler tıkandı kaldı. Sonra o bıkıp önüne yüklü bir çuval konunca, tası tarağı topladı ve “Auf Wiedersehen” dedi.
Fenerbahçe, altı futbolcusuyla da yolları ayırdı. Volkan Babacan, Önder Turacı, Ali Bilgin, Gökçek Vederson, Deniz Barış isimlerinin sevenleri olsa da, bu kopmalar taraftarı çok üzmedi. Belki bir tek 2007’de İzmir’de şampiyonluk golünü atan, ayrıca Galatasaray’ın da belalılarından olan Deivid’in gidişi biraz burukluk yarattı, hepsi bu.
Öte yandan 6 futbolcu transfer etti Sarı Lacivertli yöneticiler. CSKA Moskova’dan alınan Caner Erkin, eski Cimbomluydu; bunun ötesinde, Chelsea’nin Twente’ye kiralık verdiği Miroslav Stoch’un peşinde de Galata Saraylılar uzun zamandır koşuyorlardı. Uzun lafın kısası, özellikle Stoch transferi ezeli rakibe bir son dakika golüydü. İlhan Eker ve Serkan Kırıntılı, Ankara takımlarından gelmişlerdi. Sonra da Fenerbahçe flaş transfer haklarını Fransa üstünden kullandı. Mamadon Niang, Marsilya kentini üzüntülere boğarak Kanarya’ya imza atarken, Issian Dia da Nancy’den gelerek forvette Afrika hızını perçinleyen isim oldu. Everton’dan kiralanan Yabo ile birlikte Fenerbahçe, içinde artık Brezilyalılar dışında Siyah Kıta’yı da temsil eden yeni bir çehre kazanmıştı.
Yeni Fenerbahçe yeni hocasıyla Almanya kampında şekillenmeye başladı. Zaten aynen Türk Milli Takımı gibi hazırlık maçlarını sevmeyen Fenerbahçeliler A2 Alkmaar’a 2-0, Köln’e 5-2 yenildiler. Genk’e karşı alınan 3-0’luk galibiyet dekoratif kalsa da, 21 Temmuz’da Muenchengladbach’ta Galatasaray’a karşı Santos’un golüyle gelen zafer, yılın ilk gerçek sevinciydi. Ardından Sarı Lacivertliler, Sivas’ta, Batman’da ve Antalya’da Samsunspor’la maçlar yaparak, biraz da Anadolu’nun gönlünü fethetmek istediler. Ardından işler ciddileşti, sıra, Avrupa maçlarına gelmişti.
Trabzon maçı travmasıyla kaçan şampiyonluk, hepsinden kötüsü, Şampiyonlar Ligi’nin biletini direkt iptal etmişti. Şimdi İsviçre’nin Young Boys takımıyla yapılacak ön eleme maçı, bu dikenli cennet yolunun ilk adımıydı.
Sarı Lacivertliler’in o günkü kadrosunda Bekir, Bilica, Önder, Kazım, Gökhan Ünal gibi farklı isimler vardı. Emre ve Stoch’un golleriyle deplasmanda iki kere öne geçen Kanarya , son dakikalarda hakemin verdiği cömert penaltı ile 2-2 berabere kaldı. Bu maçın en kalıcı hasarlarından biri ise, aynı hakemin verdiği tamamen abartılı iki sarı kartla oyun dışı kalan Kazım’ın durumuydu. Bu haksız şekilde atılma, beş aylığına Kazım’ı aforoz edilme noktasına taşıyacaktı. Sebep ise belliydi: Elbet kaçan galibiyet birilerine fatura edilmeliydi!
Maçın İstanbul’daki rövanşında ilk yarıda Benvenue’nün dar açıdan attığı şok golle 1-0 geriye düşen Fenerbahçe’de Aykut Kocaman 2. yarıda ilginç bir şekilde Alex’i sahadan çıkarıyordu. Alex-Semih ikilisinin yer almadığı takımı son sekiz dakikalık oyunuyla “nöbetçi golcü” de kurtaramayınca tur hüsrana dönüşmüştü.
Ama bu sefer “Avrupa Ligi” umudu vardı. Ne de olsa, bu lige kalmak da, Sarı Lacivertli seyircilere ciddi bir teselli getirebilirdi.
Yunanistan’daki ilk maçta, PAOK seyircileri akıl almaz taşkınlıklar yapmış ve Sarı Lacivertli camia buna büyük tepki göstermişti. O maçı güzel bir vole golüyle 1-0 alan PAOK, İstanbul’da Emre’nin mükemmel golüyle maçı 1-0 kaybedince, iş uzatmalara gitti. Sonra da acı son geldi… 102 dakikada Müslimov beraberlik golünü atınca, işin rengi belli oldu. Fenerbahçe, bir aydan kısa bir zamanda, Avrupa Kupalarından iki kere elenmeyi başararak(!) taraftarlarını son anda kaçan şampiyonluğun ötesinde, yine kahrediyordu.
Lig maçları da start almış ve kötü sinyaller gelmeye başlamıştı. Büyük bir mücadeleden sonra 3-2 kaybedilen Trabzonspor maçı gibi...
Her şey birbirine eklenerek tabloyu karartıyordu. Aykut Kocaman’ın yine Trabzon’a karşı Alex’i yedek soyundurması ve maçın kaybedilmesi, sıkıntılı günlerin habercisiydi. Fenerbahçe kazanı su kaynatmaya başlamıştı…

Devamı Yarın…

26 Mayıs 2011 Perşembe

BIR TENISCININ PORTRESI..

Roland Garros'ta 2. turda Ispanyol Guillermo garcia Lopez e 5 sette yenilen Marsel Ilhan la mactan 24 saat sonra Antrenoru can Uner le beraber gorustum. Bir gun once maglubiyetin ardindan 15 saniye icinde kortu terkedip giden Marsel gitmis, yerine daha sakin ve bu macin getirdigi tecrubeyi hazmetmeye valisan bir genc adam gelmisti. Yanlarinda arkadasi ve sparring partneri Erhan Oral, ve kiz arkadasi Ksenia da vardi.
Garcia-Lopez, su anda dunya 33. cusu ve bu yil subat ayinda 23. culuge kadar cikmis.Gecen yil bangkok turnuasini kazanirken yari finalde Rafael Nadal' i yenebilmis bir oyuncu! Yani Ilhan'in ona karsi aldigi skor az basari degil. Son sette kendi servislerini ortalama 40-15 le kazanan Ilhan, sayet 6 servis kirma topundan birini degerlendirebilse, buyuk ihtimalle bu maci kendi servisiyle kazanacak, belki son 16 nin yolunu acabilecekti. Can Uner "kritik noktalarda cok iyi servis atti, zaten tecrube farki o ince noktalarda oynadi" diyor o sanssiz anlar icin...
Benim o macla ilgili yorumum ise su: turk tenis tarihi o maci seyretti sanki dun. Evet Marsel Ozbekistanda dogdu, Turkiye de degil. Ama tenisini neredeyse en basindan Turkiye de bir Turk kulupte, turk hocalarla gelistirdi ve bu turk tenisinin basarisi. Marsel artik bu turnuadan sonra, kiminle oynarsa oynasin, herkesi yenebilecegini ve baska bir seviyeye tirmandigini gosterdi. Gercekten buyuk bir hayran kitlesini 2 kritik mac yaptigi 17 numarali kortta kendisine cekerken kendini asti ve genc turk teniscilere de "biz de bu isi yapabiliriz" ozguveni verdi... Biraz daha az sinirlense, rakibinin servisinde 0-40 ta ust uste 3 servis kirma topundan birini kullanabilse, belki bu turnuanin flas ismi haline gelip ceyrek finali zorlayacakti. Ama bu Haas galibiyeti, eleme turlari ve Lopez maglubiyetinden sirf yasadigi tecrubeleri aktifine katarsa, onunde uzun bir kariyer ve yuzlerce turnua var. Marsel bu gidisle dunyada ilk 50 ye bir yil icinde yerlesebilir derken emin olun mutevazi bir hedef koyuuorum onun kapasitelerini dusundugumde. Simdi hedefinde Ingiltere cim kortlari ve Wimbledon elemeleri var... Yolun acik olsun Marsel. Hic tanismadigin Nazmi Bari ve Fehmi Kizil in ve tum Turkiye nin gozleri uzerinde!

24 Mayıs 2011 Salı

Bedri Baykam / 24.5.2011 / Hurriyet Sanat sayfasi..

Marsel İlhan Roland-Garros’ta bugun 2. tur oynuyor. / Bedri Baykam

Pazartesi gunu Almanyanın en ünlü raketi Tommy Haas’ ı 4 sette yenerek ana tabloda 2. Tura çıkan genç Türk tenisçi Marsel ilhan, bugun 2.turda 30 numarali plase,Ispanyol Guillermo Garcia-Lopez ile oynayacak. Daha önce geçen sene Rotterdam Açık turnuasında rakibini 2 sette yenen ilhan, bu maça da iddialı çıkacak.

Turnuanın eleme maçlarında ilk 2 turu geçen İlhan, son eleme turunda Fransız Gensse’e 4-6, 0-4 mağlupken maç esnasında 0-2 de düştüğü zaman oluşan sakatlanmadan dolayı oyunu terketmiş, ancak 3. Turda kaybedenler arasında en iyi durumda olan beş raketten biri olarak “lucky loser” (şanslı kaybeden) sıfatıyla ana tabloya alınmıştı.

Ilk turda baştan aşağı büyük çekişme içinde geçen maçta, dünyaca ünlü rakibi karşısında ilk seti 6-4 alan İlhan, yine çekişmeli geçen 2. Seti 6-4 aynı skorla kaybetti. Maçın en kritik 3. Setinde genelde servis oyunlarını kaptırmayan raketler 6-6 ya gelene kadar birbirlerinin servisini yalnız birer kere kırdılar. Tie break oyununda sükûnetini muhafaza eden ve rakibinin üst üste yaptığı hatalardan istifade eden İlhan seti 7-6 kazanarak büyük bir avantaj elde etti. 14 aydır sakatlıkları nedeniyle turnua oynamayan alman tenisci bu maçtada özellikle 3. setin sonuna doğru çeşitli ağrılardan şikayet etse de, oyunu bırakmadı. 4. Sette her iki oyuncu 4-4 e kadar kendi servislerini alarak geldiler. İlhan kendi servisinde 5-4 ileri geçtikten sonra Haas’ın servisinde 0-40 la üst üste üç maç topu kazandı. Haas bunların ilk ikisini çevirmesine rağmen, üçüncü ve son maç topunda bir uzun vuruşu auta atarak maçı kaybetti. Tribünlerde almanların net üstünlüğüne rağmen, bir avuç Türk’ün büyük desteğiyle dengeyi sağlayan İlhan, böylece Roland-Garros’ta ilk defa 2. Tura çıkarken büyük bir sevinç yaşadı. Maç boyunca 25 ace atan ilhan, bunun dışında özellikle geriden düz vuruşları ile puan topladı. Geçmişte dünya tenisinin 2 numarasina kadar cikan tecrübeli rakibi karşısında ilhan hırsı, ciddiyeti ve disipliniyle kendini aşarak belki de tekrar ilk 100 raket arasına girmesini sağlayacak galibiyeti aldı.

Türk tenisini 40 yıldır içinden oyuncu, hakem ve yazar olarak takip eden biri olarak, bu galibiyetin ülkemize net bir şekilde seviye atlattığını keyifle itiraf etmem lazım.
Roger Federer, ilk turdabir başka İspanyolu Feliciano Lopez’i güzel bir maçtan sonra 6-3, 6-4, 7-6 yenerek 2. Tura çıktı. Dun oynanan zorlu musabakada ise elinde 5 Roland-Garros sampiyonlugu bulunan Ispanyol Rafael Nadal, Amerikali Isner' i ancak 5 sette 6-4,
6-7, 6-7, 6-2, 6-4 yenerek soguk terler doktugu mactan zaferle cikti.

Ozellikle muthis servisleri ve akilli volellerinin yanisira guclu forehandiyle Nadal'i sasirtan 2.06 boyundaki dev amerikali, sonunda sampiyon teniscinin muthis toprak saha ritmine teslim oldu.

MHP KENDİ KENDİNİ NASIL BİTİRİYOR? / Bedri Baykam / 24 Mayis 2011 Cumhuriyet makalesi..

Haftalardır Türkiye’de “deprem”e neden olduğu söylenen “MHP Kasetleri” senaryolarına bakıyorum da, yaşananlara bir anlam veremiyorum. Bence bir (sözde) kriz, bundan daha kötü yönetilemezdi! Yapabileceğim tek mukayese, benzer başka senaryolarla iliği boşaltılan farklı bir kurumun gösterdiği yanlış tepkiler dizisi. Acaba MHP, “Tezgahlara karşı nasıl davranılmaması gerektiği” konusundaki ters öğretisini, oradan mı aldı diye bir düşünceden başkası gelmiyor aklıma…
Bir kere olay en başından itibaren rakibe, düşmana ve onun tezgahlarına prim vermekle başladı. MHP, kasetlerde yüzü görünen, adı geçen siyasilerin derhal istifasını istedi. Bunun verdiği ilk mesaj şu oldu:” Bakın bize scud füze attınız ve hedefi 12 den vurdunuz. İstediğiniz oldu ve Parti karıştı, istifalar başladı”. Böylece bu kirli maçın ilk dakikasından itibaren sanki ortada adı geçen insanları lekeleyecek bir büyük “suç” olduğunun kabulü kamuoyuna sunulmuş oldu. Buna karşın, tezgah suçunu siyasete bulaştıran ayıplı ve gerçek “kriminal” suçluların affedilemez durumları, 2. hatta 3. plana düştü ve kamuoyu, bu tehditlere boyun eğen, her tezgaha karşı “boynum kıldan ince” diyen bir MHP gördü. Kısa bir süre sonra gelen 2. dalga (!) kasetlerden sonra, bazı milletvekili adayları, en başından beri gösterilmesi gereken tavrı sergileyip, “bu işler yalnız eşimi ilgilendirir, istifa etmiyorum” dediler ama ilk dalgada zorla istifa ettirilen vekil adaylarına herhalde ayıp olur düşüncesinin getirdiği baskıyla onlar da çekilmek durumunda kaldılar! Böylece günden güne, istenilen oyuna gelen, tuzağa düşen, AKP’nin önünü açan bir otoban oluşturulmaya başlandı.
Halbuki çirkin tezgahın ilk dakikasında söylenecek tek şey vardı: “Sizler birer kirli röntgencisiniz. Bu tavır size yakışıyor. Milyonların hukuksuzca dinlenebildiği yerde, yüz binlerce insanın da evine, işyerine gizli kamera konduysa bunda şaşılacak bir şey yok. Sizin mesleğiniz bu: tezgah kurmak, pornografi üretmek, bel altı siyaset yaparak ülkeyi istediğiniz seviyelere kadar düşürmek: size hodri meydan diyoruz. Bu kasetleri ailece tekmili birden sabahtan akşama oynatmazsanız namertsiniz. Hadi şimdi buyurun gidin, o gecikmeli kapattığınız sitelerle insanları yormayın, sinema salonlarınızı doldurup kendi yansımalarınızı izleyin, gerçek mesleğinizi ilan edin, biz yarından tezi yok, bu alçak suçu kim işlediyse kaçtığı son deliğe kadar kovalayıp hukuk önünde hakkımızı arayacağız. Vekil adaylarımızın da arkasındayız”.
MHP şayet bu hamleyi yapsaydı, o tezgahlar, o sözde roketleri atanların ellerinde patlayacaktı. Ama olmadı. Karar mekanizması ilk dakikadan itibaren yanlış işledi. 3. dalga şantaj mafyası devreye girdiğinde, çok gecikmeli olarak Sn. Bahçeli, yukarıda sözünü ettiğimiz tavrın bir benzerini ortaya koymaya çalıştı, ama olmadı. İşler çarpık başlamıştı bir kere ve bu ses bir yere ulaşamadı ve yine istifalar birbirini kovaladı. Çünkü yol açılmıştı artık: “Biz niye istifa ettik o zaman? Onlar da istifa etmeli” düşüncesi önlenemezdi… MHP'nin kendisine soramadığı ve toplumla paylaşamadığı sorular şunlardı: “ adı geçen adaylarımız, bir tecavüze mi karışmışlar? Bir çocuk tacizi mi yapmışlar? Vatan sırlarını sınır ötelerine mi satmışlar? Yolsuzluk mu yapmışlar? İhaleye fesat karıştırıp, bunları eşe dosta peşkeş çekip, yüce divanlık mı olmuşlar? Ülkenin bölünmesi için pazarlıklara mı girişmişler? Hayır, bu insanlar hakkında buna benzer hiç bir suçlama yok. Bu iddialar ve çirkin tezgahlar, onların eşlerini ve ailelerini ilgilendirir, onların özel hayatıdır, bizimle olan ilişkilerinde bağlayıcı değildir”.
İşte böyle bir tuzağın içine balıklama atlayarak kendi intiharına koştu MHP. AKP’nin suyundan giderek, onun seçim konuşmalarına malzeme olarak, bir çıkışsız labirente hapsoldu. MHP oylarını kendine çekerek, bu partiyi baraj altı bırakıp dikta emellerine erişmek isteyen AKP ise, kendine göre demagojik izahatlar bulup, ekmeğine yağ sürüyor… MHP kamuoyunda istifalarıyla “suçunu” (!) kabul eden Parti konumuna düşerken, dış istihbarat birimleri ve malum tarikat uzantılarıyla üzerine kara ağlar çökertilmesini, hedef olduğu iğrenç tezgahları artık inandırıcı şekilde kamuoyuna sunamıyor. Geç gelen kararsız ve çelişkili açıklamaların da merhem olamadığı bu kötü pozisyondan bu saatten sonra nasıl çıkacaklar, orasını ben de bilemem! Ama en azından bu hatalarının kamuoyu ile paylaşılması ve dikkatlerin esas suç odaklarına çekilmesi, ilk gerekli hamle olabilir…

19 Mayıs 2011 Perşembe

Bedri Baykam’ın “Edvard Munch’a Saygı” Sergisi Proje4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde


Bedri Baykam, 18 Nisan’da uğradığı ağır saldırıdan sonra ilk kez yeni sergisiyle Proje4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde sanatseverlerle buluşuyor. 18 Mayıs-2 Temmuz 2011 tarihleri arasında müzenin 10. yıldönümü etkinliklerinden “Ustalar” serisinde yer alan “Edvard Munch’a Saygı” sergisinde, Baykam ünlü Norveçli sanatçının eserlerini ve yaşamını yorumluyor.
Baykam, Dışavurumculuğun en önemli öncülerinden biri olarak kabul edilen Norveçli sanatçı Edvard Munch (1863-1944) anısına, 15 Nisan-18 Temmuz 2010 tarihlerinde Paris’teki Pinacotheque Müzesi’nde sergilenmek üzere 13 adet 4 boyutlu yapıt gerçekleştirmişti. Bu yapıtlar, Pinacotheque Müzesi’nde 19 Şubat-8 Ağustos 2010 tarihleri arasında yapılan “Edvard Munch ou l’Anti-Cri” (Edvard Munch veya Anti-Çığlık) adlı Sergiye paralel olarak müzenin çağdaş bir sanatçıya verdiği özgür yorumlama imkânı (carte blanche-beyaz kart) için Bedri Baykam’ı seçmesi sonucunda hazırlanmıştı. Sanat eleştirmenleri, Pinacotheque direktörü Marc Restellini’nin Baykam’ı ve Munch’u, kendi çağlarında dışavurumculuk alanındaki öncülükleri çerçevesinde bir araya getirdiğini belirtiyorlar. 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyılın değeri sonradan anlaşılan öncü sanatçılarından biri olan Munch, hem ruhsal durumları işlediği konuları, hem de yağlıboya, kolaj, gravür ve fotoğraf tekniklerini özgürce bir araya getirmesiyle, geleneksel sanat uygulamalarının dışına çıkmıştı.
Baykam, bu sergi ile ilgili ön hazırlık için Munch’un ülkesi Norveç Oslo’da, Munch Müzesi’nde ve Müze’nin özel arşivinde ve özellikle müze haline getirilen yazlık atölye-evinin bulunduğu Åasgårdstrand kasabasında araştırma ve incelemeler yapmıştı. Munch’un sanatına yansıttığı derin travmaları inceleyen Bedri Baykam, sanatçının “Ergenlik”, “Madonna”, “Çığlık”, “Yaşam Dansı”, “Hasta Çocuk”, “Öpücük” gibi birçok yapıtını yeniden yorumladı. Eserlerin yüzeyinde kullandığı lens tekniği ile derinlik elde eden sanatçı, üç boyutun üzerine zaman boyutunu da ekleyerek 4. Boyuta ulaşıyor.
Sanatçının, “Edvard Munch’a Saygı” sergisi için, içinde beş sanat eleştirmenin (Harry Kampianne, Edward Lucie-Smith, Peter Selz, Hasan Bülent Kahraman, Mammade Kadreebux) ve Bedri Baykam’ın yazılarının da bulunduğu bir katalog, Fransızca ve İngilizce olarak yayınlandı.
Proje4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde 18 Mayıs’ta yapılacak sergi açılışında bir de sanatçı konuşması gerçekleşecek.

Bilgi İçin;
Nurten Özkoray, İletişim Danışmanı
Proje4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi
0212 290 25 25
www.elgizmuseum.org

Paris Roland-Garros Tenis Turnuvası'nda Bedri Baykam Sergisi


Dünyanın en büyük 4 tenis turnuvasından biri olan Fransa Açık Roland-Garros tenis turnuvasının yapıldığı tarihi alan içerisindeki Fransız Tenis Federasyonu Müzesi’nde 22 Mayıs 2011 tarihinde “Bedri Baykam’ın Hayali Roland-Garros Müzesi” sergisi açılıyor.
22 Mayıs 2011 Pazar günü Turnuvanın başlangıcıyla beraber sabah saat 11 de Fransa Tenis Federasyonu Başkanı Jean Gachassin tarafından açılışı yapılacak olan sergi, 8 ay boyunca açık kalacak.
Baykam, aynen geçen sene Pinacoteque de Paris Müzesi’nde Edvard Munch’un hayatı konusunda açtığı sergide olduğu gibi Roland Garros’u ve dünya tenis tarihini ele aldığı bu yeni sergiyi de 4D tekniğiyle lens yüzeyine yaptığı işlerle gerçekleştiriyor. Sanatçı 194x250 cm ebadında 9 büyük boy yapıt ile Lacoste, Borotra ve Tilden’den Nastasse, Bork ve Panatta’ya, onlardan da Nadal, Federer ve Soderling’e uzanan günümüz şampiyonlarına kadar onlarca tenisçinin zaman aşırı kompozisyonlarla buluştuğu bir hayal dünyası yaratıyor.
Fransız Tenis Federasyonu iletişim sorumlusu Edouard-Vincent Caloni,, sergi için yayınlanan kataloğun önsözünde şunları kaleme aldı:
“Bedri Baykam, Çağdaş Popart’ın’ın dünyaca etkin isimlerinden biri. Ayrıca mabedin bir koruyucusu veya bekçisi değil. Hiç durmadan bu akımı sanki yeniden keşfediyor… Bugün Popart’ın kalbi Amerikan’dan Asya’ya ve özellikle onun iki ucu olan Çin ve Türkiye’ye kaydı. Çin’de bu hareketin en çarpıcı ismi Wang Guangyi iken, Türkiye’de bu isim Bedri. Kendi çağının özgün yaratıcısı olarak Bedri, bu sanatın teknik alt yapısı dahil her şeyi yeniden ele alıyor. 2007’den beri Bedri Baykam
‘4 boyut’ üstünde ne uçan daire, ne tual, ne de hologram olan işler yaratıyor. Bunlar tam birer ‘Bedri’ ya da kesin konuşacaksak, bunlar Baykam’ın nöron ve sinapsları. Böylece Baykam’ın yaratıcılığı, Roland-Garros’da oynanan tenis kadar tutkulu bir ilgi merkeziyle karşılaştığında, bir patlama yaratarak ortaya özgün ve muhteşem bir ‘Hayali Müze’ çıkarıyor.”

Bilgi İçin;
Tuba Soydaş
0212 258 44 64
bedri.baykam@gmail.com

17 Mayıs 2011 Salı

YARATILAN "DEFOLU" KUŞAK VE "AYDINLIKTAN KARANLIĞA".. / Bedri Baykam / 17 Mayis 2011 Cumhuriyet makalesi..

Önce siyaseti bir an için köşeye kaldırın, yalnız son senelerde gazetelerimizi kirleten o alçak cinayetleri hatırlayalım: Kafası kesilerek çöpe atılan “sevgili”ler, üvey çocuğunu aç bırakarak ve dayakla öldüren sözde ebeveyn caniler, karısını şişleyen, kurşunlayan, parçalayıp ceset parçalarını kesip biçip valizlere dolduranlar, bayramlık küçük çocuk cesetlerini aylarca gömüp, aileleri kedere gömenler… Her biriniz bu örneklere zaten hafızanızdan da onar tane ekleyebilirsiniz!

Bana arkamdan öldürmek için saldıran kiralık yobaz katil adayının ardından Twitter ve Facebook’tan da, telefonla, faxla ve hastaneye gelerek de, on binlerce insan sevgilerini, geçmiş olsun dileklerini ilettiler. Bir de maalesef başta sanal dünya da olmak üzere, bana saldıran, provoke eden, alay eden, yüzlerce çirkin mesaj oldu. Onlar da gözümde seviyesiz dünyanın, ufku kararmış insanlığın sözcüleri haline geliyor. Zaten ulu orta övünerek çoğu kimliğini de deşifre ediyor. Dayanamadım. Türkiye’de yaratılan bu “ucube” yitik kuşak’ın yüzü kızarmadan kaleme alabildiklerini, ülkenin bir röntgenini görmemiz için sizlerle paylaşmak istedim. Aslında çoğu ahlaksızı okuyup bloke etmiştim. Diğer bazılarına ise twitter yeterince geriye gidemediği için ulaşamadım. İşte arta kalan küfürlerin “hafif” küçük bir kısmından örnekler:

(TTT) lan zımbırtı. Bu konuşmalarından dolayı böğürttüler seni lejyon çocuğu. Ölüyorum diyordun o da fos çıktı:)

(Tu) Hastaneeee. Ölüyoruuuum. Hahahaja. Ulan çok komik adamsın Bedri. Döverim bak seni Bedri. Maymun olursun haber bültenlerinde.

(Ar) Zaten bacakta ana damarına gelseydi zaten orada kurtulurduk senden milletçe. Neyse artık başka zaman inşallah.

(km) Napıyım sana gıcık oluyorum. Yakıştı mı erkek adama ufacık yaradan sonra bağırdın o kadar. Seninle daha fazla uğraşacak değilim bahçemde bir köpek var bu vakitleri ona harcamam gerekiyor zira o bunu hak ediyor.

(onr) Şişli Balıkçısındaki kendini yırtarak balıkların taze olduğunu anlatan çocuğa “BB gibi feveran etme” dedim, düşüncelere daldı.

(Sa) Yahu biraz edep o halinle bağırıp çağırdın arabasına bile kimse almadı seni… İnsanlıktan nasibini al biraz…

Bakın bunlar yayınlanabilir, “Aysbergin görünen yüzü”… İlk paragrafta aktardığım caniler, fiili kan içici katillerse, bunlar da demek onların yüreksiz, duygusuz, kalpsiz, üzerinden kötülük dökülen bir çeşit daha masum “ideologları” oluyor. İnsanın ölümden dönen fikir düşmanına bile bu seviyesizlikle saldırabildiğini görünce, aklıma tek soru geliyor: Bunları kim yetiştirdi? Hangi çarpık ruhlu aileler, hangi eğitim sistemi? Her biri açıkça bu cümleleri yazmış olsa da, yine de onların tüm ailelerini aşağılamamak ve kendilerini de korumak için isimlerini sakladım, salt rumuz baş harflerini koydum. Tanrı onlara akıl fikir ve izan versin!

Sevgili dostum Mehmet Emin Kunt’un “Aydınlıktan Karanlığa Türkiye Cumhuriyeti” kitabı (Pupa Yayınları) birkaç gün önce yeni çıktı. Ülkenin adım adım nasıl karartıldığının tüm kapsamlı, kronolojik, detaylı bir analiz eşliğinde gelen hikâyesini içiniz burkularak izleyeceksiniz. Bizler için, çevrenizdeki kitaplar hep “Türkiye Cumhuriyeti=Karanlıktan Aydınlığa” idi. Şimdi kâbuslar, gerçek oldu, rüyalar değil. Peki, ülke nasıl adım adım uçuruma yuvarlanan freni patlamış kamyon görünümüne geçti? Kunt kitabında sırayla, 27 Mayıs Devrimi’nin karalanma sürecine nasıl geçildiğini, Özal dönemi sinsice ve açıkça gelişen laiklik düşmanlığını, AKP döneminde yapılan hukuksuz tayinleri, Hükümet ve Devleti birbirine karıştıran çarpık anlayışı, Devlet kurumlarında yaşanan dönüşüm ve cemaatçi yapılanmayı, yurtseverlere ve Cumhuriyet Kurumlarına karşı koyulaşan baskıları, irtica ile mücadelenin “suç” haline dönüştürülmesini, “Atatürk’ü putlaştırmayalım” söyleminin yaygınlaştırılmasını, Atatürk devrimlerinin sırayla ters yüz edilmesini, Orduya yapılan darbecilik suçlamaları gibi en kritik onlarca konuyu, bağlantılı geçişleriyle ele alıyor. Seçime gidilen şu gergin günlerde kesinlikle kararsız gençlerin gözünü açması gereken bir çalışma…

İşte bu defolu insancıklar, adam kesen, adam öldüren veya ölümün köşesinden dönen insanlara bile kin kusup alay edebilen ırk, insanlıktan, barıştan, kardeşlikten, bizi biz yapan Atatürkçü değerlerden hızla uzaklaştırıldığımız böyle bir “karanlığa göçüş” sürecinde türedi. Hem de çoğu cehaletlerinin ortasında, sözde din adına yapıyorlar bu densizlikleri, gerçek dini değerlerden utanmadan… 30-40 yıl önce böyle çirkinlikler görülemezdi. “İleri demokrasi” dedikleri “gelişme” bu mu acaba?

10 Mayıs 2011 Salı

HALİT ÇELENK ABİDESİ… / Bedri Baykam / 10 Mayıs 2011 tarihli Cumhuriyet Gazetesi makalesi..

Deniz Gezmiş’in tüm ailesini çok iyi tanırım. Rahmetli babası Cemil Gezmiş’i, değerli annesi Mukaddes Hanım’ı, abisi Bora’yı, kardeşi Hamdi’yi… Her biri ayrı ayrı “güzel ve derin insanlar” olarak belleğimde yer etmiştir. Yıllardır tanıdığım, sofralarını, dostluklarını paylaştığım Gezmiş ailesinin hiçbir ferdi şu görüşe itiraz etmezler: Deniz’in bir de Ankara’da, ikinci ailesi vardı: Şekibe ve Halit Çelenk çifti. Bu insanlık abidesi mükemmel insanlar, tüm tanışıklıkları ve dava sürecinde, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’e ikinci bir aile kucağı açmanın ötesinde, 6 Mayıs 1972’de gerçekleşen ve tamamen faşist baskı hukuku ile mantık ve insanlık dışı gerçekleştirilen infazlardan sonra da “sonsuzluğa dek” onların ailesi kalmaya devam ettiler.

Deniz Gezmiş olayını çok derin şekilde ele aldığım “68 Kuşağı: Eylemciler” kitabımı okuyanlar, unutulmaz devrimci genç önderin yaşamı ve mücadelesi hakkında çok farklı bilgilere ulaştılar. Hatta, aynı dizinin 2. cildi “68 Kuşağı, Tanıklar” kitabının birçok kısmı da, tabii ki Denizler’in yarattığı efsanevi dinmez dalganın izleri ile kaplıydı. Halit Çelenk’le daha önce de karşılaşmalarımız olmuştu, ama ilk uzun görüşmemiz daha sonra aktardığım başlıklarla gerçekleşen “68’li Yıllar” sergimin tarih yüklü gazetesi için yaptığım1997 söyleşisiyle oldu.

Birbirinden duygusal anılar arasında Çelenk, mesela Deniz ile arkadaşları cezaevindeki baskı ve işkenceleri protesto etmek için ölüm orucuna başlayalı 13 gün olmuşken onları bu eylemi bırakmaya nasıl ikna etmeyi başardığını anlatıyor: “Bak sen 13 gündür yemek almıyorsun ve şimdi ayakta duramıyorsun, yüzün sarı-yeşil olmuş. Eğer ölüm orucunu bırakmazsanız yarın sizi zorla, bu durumda sürükleyerek sehpanın altına götürürler, sürüklenirken fotoğraflarınızı çeker ve bunu dağıtırlar. ”İşte bakın, sizin kahraman yürekli, cesur olarak gördüğünüz insan, işte bu kadar korkak, ölümden korkan biri” falan derler. Bu propagandayı yaparlar. Oysa siz kesinlikle onların bu düşüncelerine uygun insanlar değilsiniz. Ve böyle bir şeye, sizin imkan vermeniz son derece yanlıştır. Bu dava, sizin olmaktan çıkmıştır. Artık Türkiye’de devrimci harekete mal olmuş bir olaydır.” Halit Abi’sinin bu net tavrından sonra Deniz 10 dakika arkadaşlarıyla görüşme izni istiyor ve ardından geri dönüp “Haklısınız” diyor ve ölüm orucunu bırakıyorlar.

Türkiye solunun “Hukuk Abidesi” Çelenk, tüm tecrübesiyle yaşanabilecek anti-propagandalar konusunda o kadar haklıydı ki! O affedilmez 6 Mayıs sabahı infazından sonra ortalıkta dolaşan ilk dedikodularda, malum ağızlardan halka yayılmaya çalışılan palavralar arasında “korkarak, ağlayıp bağırıp çağırarak sehpaya gittiler” gibisinden adi sözler vardı. En başta Halit Çelenk’ten, yani o gece orada bulunan en sağlam şahitten gelen gerçeklerle, bu alçak kampanya yok oldu gitti. O gecenin en duygusal anını da Çelenk röportajımızda şöyle aktarıyor: “Şimdi sehpayla bizim aramızda 3-4 metre kadar mesafe var. Yani üç-beş dakika sonra her şey bitiyor. Durdu. “Ağabey” dedi. “Şekibe ablaya çok selam söyle. Bizlere çok emeği geçti, teşekkür ederiz kendisine…”. O anda Şekibe’yi düşünüyor!”

Bunun ardından da defalarca görüştük Ankara’daki mütevazı ve tarih kokan evlerinde, Halit Bey ve Şekibe Hanım’la. Özellikle 2008’de, bu kez küratörlüğünü yaptığım “68'in 40. yılı: Bir Rüzgarın Arkeolojik Kazısı” sergisini oluştururken… Bu süreçte hayatımın tartışmasız en büyük onurunu yaşadım. Deniz yakalandığında üstünde olan o meşhur parka, 1972’den beri Halit Bey’deydi. Ne değişik projeler için kimler istememişti ki o parkayı onlardan. Çekilen onca film, belgesel, TV programı ve daha neler neler… Halit Bey, kendisine kurguyu birkaç görüşmede en ince detaylarıyla aktarıp, parkayı sergide nasıl kullanacağımı anlatınca, Şekibe Hanım’la beraber hayatında ilk ve son defa bana emanet etmeye razı oldu. Gözüm ve namusum gibi baktığım Deniz’in parkasını, Ankara’da evlerinden alıp, İstanbul’a cam fanus altında sergileneceği Piramid’e getirdim. 3-4 ay süren bu sergiden sonra ellerimle ve arabamla geri götürdüğüm parkayı, son defa serginin Ankara tekrarı için geri aldım. Bittiğinde yine yuvasına götürüp teslim ettim. Bundan sonra da hayatta alacağım hiçbir diğer onurla Çelenk ailesinin bana duyduğu bu güvenin gururunu kıyaslayamam. Nur içinde yat, Halit Ağabey!

9 Mayıs 2011 Pazartesi

TÜM UYELERİMİZE SERGİ KATILIM ÇAĞRISI..

Değerli Üyelerimiz,

BEYAZ MUZAYEDE EVİ, bu yaz 2 ay boyunca açık kalacak şekilde, ANTREPO da bir büyük sergi düzenlemektedir. Bu serginin jürisinde Londra nın ünlü Kraliyet Akademisi'nden de en üst düzeyde 4 kişi jüride yer alacaktır.

17 yaş üstü tüm sanatçılara açık olacak olan bu sergi için 17 Mayıs a kadar tüm görsellerinizi www.yazsergisi.com adresine gönderebilirsiniz. Bu tarihi kaçıranlar, 21 Mayıs'a kadar yapıtlarını orijinal olarak Antrepo'ya jüriye sunulmak üzere getirebilirler.

Deneyimsiz gençlere olduğu kadar ustalara ve kariyerli sanatçılara açık olan bu sergiye özellikle yeni kuşak başta olmak üzere katılımın yoğun olması, yabancı koleksiyonerlere de ulaşacak olan bu girişimin sanat ortamımıza sağlayabileceği faydayı arttıracaktır.

Tüm katılımla ilgili detayları yine www.istanbulyazsergisi.com dan veya 0212 2907050 den öğrenebilirsiniz.

Sevgi ve saygılarımızla,

Bedri Baykam
Başkan

UNESCO – AIAP
Türkiye Ulusal Komitesi
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği

Bahri Genç
Safiye Mine Erdurak
Berna Erkün
Hülya Küpçüoğlu
Melik İskender
Murat Havan

GELEN SERGİ DAVET YAZISI:

Sayın ve Değerli Sanatçılarımız,

İstanbul Yaz Sergisi adı altında, Türkiye’nin en kapsamlı Türk Çağdaş Sanatı sergisinin hazırlığı içerisindeyiz.
Bu sergi, 243 yıldır her yıl yaz aylarında düzenlenen ve dünyanın en önemli sanat etkinliklerinden biri sayılan Royal Academy Summer Exhibition’ı ile aynı anlayış ve hedeflerle, Kraliyet Akademisi’nin de izni ve katkılarıyla, Türk Çağdaş Sanatı için en geniş ve etkin bir sanat platformlarından birini oluşturacaktır

Sergimizin Onursal Başkanlığı’nı Royal Academy CEO’su Charles Saumarez Smith ve yine Royal Academy Trustee’si Lady Judge Thomas yapmaktadır.

Sanat Limanı olarak bilinen Antrepo 5’de 8 Haziran – 15 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşecek bu serginin amaçları, Türk sanat dünyasının en tanınmış yıldızlarının,
umut vadeden sanatçılarla beraberce eserlerini sergiledikleri bir ortam yaratmak, ilk defa alım yapacak bir sanat severle büyük bir koleksiyoncuyu aynı ortamda buluşturmak, sanat piyasasını fiyatta ve yaratıcılıkta çeşitlilik sunarak geliştirmek ve Türk çağdaş sanatını Türkiye’ye ve dünyaya tanıtmaktır.


İstanbul Yaz Sergisi Türk Çağdaş Sanatına küresel ilgi çekmek için emsalsiz bir fırsattır. Sergimizin misyonlarından biri de Türk Çağdaş Sanatı’nın dünya sanat haritasına oturmasına yardımcı olmaktır. Bu bağlamda organizasyon komitesi, önemli sanat yayınlarında ilan vererek, TimeOut’un dünyanın 54 şehrindeki etkisini kullanarak ve dünyanın sanat fikir önderlerine ulaşarak
etkinliğin tanıtımı yapılacak ve bu önemli kişiler sergide bulunmaya davet edilecektir.

Her yıl düzenlenecek İstanbul Yaz Sergisi’nin, Türk Çağdaş Sanatı’nı, hem Türkiye’de büyük bir kitleyle buluşturacağına hem de dünyada hakettiği yere oturmasına yardım edeceğine inanıyoruz. Bu bağlamda Siz, değerli sanatçımızın katılımı çok önemlidir. Sizi, son dönem eserlerinizle sergimize katılmaya davet etmek isteriz. Resim, heykel, baskı, fotoğraf, enstallasyon, videoart ve mimari projelerle katılabilirsiniz. Eserlerinizi bu platformda sergilemekten büyük mutluluk duyacağız.

Katılıma dair tüm bilgilere www.istanbulyazsergisi.com’dan ulaşabilirsiniz.

Sevgi ve saygılarımızla,
Aziz Karadeniz Deniz Huysal
Beyaz Müzayede TimeOut Istanbul
azizkaradeniz@gmail.com deniz@ajansmedya.com

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Cinayetin Siparişini Kim Verdi, Merak Eden Var mı? / Bedri Baykam / 03 Mayis 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

Cinayetin Siparişini Kim Verdi, Merak Eden Var mı?

Aksoy, Mumcu, Emeç, Üçok, Dursun ve Kışlalı, bu soruyu soramadılar. Ben ısrarla soruyorum. Bana karşı tezgâhlanan bu cinayet “siparişi”ni kim verdi? Proje o kadar her yerinden tel tel dökülüyor ki... Senaryo bazı ucube kafalardan çıkmış ve “meczup” süsü kolay verilecek, yarı kaçık, işsiz, sıkıntılı bir adam, malum çevrelerce aranıp taranmış, bulunmuş. Bir çalışma yapılıp adam ikna edilmiş. “Zaten kolay iş, bi bıçaklık canı var, adamı indir, ardından dinle ilgili seçeceğin bazı şeyler söyle. Niçin yaptığını anlat ve git teslim ol. Böylece hem ruhi durumun, hem teslim oluşunla ve iyi halle indirim alırsın, iş çok uzamadan çıkarsın. Merak etme sana iyi avukat buluruz, davanı arkadan kontrole alırız. Seni ihya ederiz.”

Cani, bu doğrultuda ödevini belli ki yardım alarak yapmış. İzimi sürmüş. Sanat merkezime birkaç defa gelmiş, bilgi toplamaya çalışmış. Ardından Aksoy’un “İnsanlık Anıtı” basın toplantısına katılacağımı öğrenip kararını vermiş. Saldırı anı ve gerisi malumunuz. Aslında kimseye sürpriz olmayan bu saldırı, 18 Nisan saat 13.16-13.20 arası bir anda ve arkadan gerçekleşti. Belki 5-6 ayrı şans sonucu, şu anda canlıyım ve “2. ömrümde” sizlere bu satırları ulaştırabiliyorum. 18 Nisan’dan sonra yaşadığım her şeyin 2. ömrüm olduğunu bana o mucize ameliyata giren doktorlarım ısrarla söylüyor. Allahtan sevgili asistanım Tuba Kurtulmuş’un yarası daha az derin ve o da kurtuldu.

O suikast anını yaşayıp, oradan canlı çıkmış olmak başlı başına bir deneyim. O anda yere sağlam bastım. Bilincimi kaybetmedim, panik yapmadım. Bildiğim tek şey, üzerimde ölümcül ağır bir yara olduğu ve bir an önce ameliyata alınmam gerektiğiydi. Ambulans bekleyecek vaktim olmadığının farkındaydım.

Medyanın sürekli büyüttüğü “Arabalar sokakta neden durmadı?” sorusu ve Tatlıses’in vurulmasıyla ilgili yapılan kıyaslamalar, bana en başından kabak tadı verdi. Bunların hepsi, bizi ana konudan uzaklaştıran medya tuluatı. Ülkeyi ilgilendirmesi gereken şu: Siparişi meczup rolü biçilen bu zanlıya kim vermiş? Tabii ki hepimizin biraz tahmin edebileceği şeyler bunlar. Benim 25 yıldır her an Atatürkçülüğün korunması için verdiğim mücadele zaten ortada. Benden önce hangi aydın ve yazarlarımızın öldürüldüğü ortada, Kemalist ideolojinin kalemi ve polemik gücü kuvvetli insanlarını kimlerin yıllardır yok ettiği ortada.

Cani adayı, garibim, üzerine zorla “ataşlanan” bu “görev”den sonra teslim olurken konuşulanları hatırlıyor, “Allah birdir” diyor! Yani uzaktan da olsa hem bazı çevrelere selam çakıyor hem de konuşulanları hatırlayıp ortaya uydurma bir laf atmış oluyor, sanki söylediği sözün bana saldırısıyla ilişkisi olabilirmiş gibi... Allahın boş gezeni, neden onca yılını içerde geçirmek üzere gidip hem salonda gerçek adını verip hem de arkadan hemen teslim olsun ki?

Sağ olsun Can Ataklı hafta sonu yazdı. Gazeteler neden “uyduruk meczup”un kökeni, çevresi, son haftaları üzerinde derin araştırma yapmıyorlar? Emniyet hangi bulgulara ulaşmak için ciddi hangi stratejiyi çiziyor? Pek yakında göreceğiz... En olağan mafya cinayeti hakkında sayfalar döktüren medya, bu yeni model “sipariş” cinayet senaryosunun dökülen boyalarını bakalım nasıl toplayacak? Heyecanla bekliyorum!

Arada yakın aile çevremi gördüğümde gözümün yaşardığı duygusal anlar yaşadım. Ameliyatımı bizzat hastaneden takip eden, gelen, telefon eden, çiçek yollayan, yorum yapan belki on binlerce kişi oldu. Her birine ve beni yalnız bırakmayan CHP örgütüne çok teşekkür ediyorum.

Başbakan’ın hiç tepki vermemesine şaşırdım mı? Sanırdım ki, üzülmese bile, hükümetin başı kendi sorumluluk alanı üzerinde yaşanan böyle bir olaydan sonra en azından diplomatik bir dille bana “geçmiş olsun” deyip, Tanrı adı anılarak yapılan böyle bir alçakça cinayet teşebbüsünü kınayacak! Ne gezer?.. Peki ya tersi olsaydı? Bir başka sapık, bir çarşaflıyı kalbinden bıçaklayıp kaçsaydı? Hükümetin tepkileri ne olurdu dersiniz?

Bırakın bunlar şimdilik köşeye de, şunu eklemek istiyorum: İnsanların nasıl kamplara bölünmüş olduğunu gördüm. Benle TV’lerde siyasi atışmalara katılan bir Nazlı Ilıcak, bir Mehmet Metiner, bir türbanlı hanımefendi bile gelip “geçmiş olsun” demedi. Kendini farklı yörüngelere oturtmaya çalışan kimi plastik sanatlar dünyasından insanlar bile, ne geldi ne aradı! Ben ise onların küçük dünyasına ağladım.

Twitter mı? Türkiye ideolojik kaosunun çöplüğünün dibi gibiydi. Oralarda cerahatli sapkın beyinler neler yumurtlayabildi, onu da isterseniz size aktarmayayım artık... Ama biri hariç: Seviyeyi görüp hem gülün, hem ağlayın diye: Ben ölmediğime güya çok üzülmüşüm! Çünkü ölseymişim AKP daha büyük yara alır diye mutlu olurmuşum!