31 Aralık 2012 Pazartesi

2013 YILINA HOŞGELDİN SEVGİLİ YURTTAŞ! / Bedri Baykam / 1 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



2013’e hoşgeldin sevgili Yurttaş!
Seni buraya, tuttuk 1983’den getirttik!...

           Her ne kadar kanser hala yenilmediyse, taksiler hala uçamıyorsa, Ankara’dan Los Angeles’a hala üç saniyede ışınlanılamıyorsa, ömrün uzunluğu 157 yıla çıkmadıysa ve hatta ayda tatile gidemiyorsak da, her vatandaş henüz yüksek öğrenim göremiyor ve Milli Takım henüz Dünya Futbol Şampiyonu olamadıysa da, her şeye rağmen “gelecek zamanlar”da sizi şaşırtacak epey malzememiz var.  Bu gerçekötesi senaryoda, en değişmez görünen şeyler yerinden oynayıp en olmadık kara delikler tarafından yutulup bugüne sunulmuşlar. Görecekleriniz sizi teatral olarak dahi şoka uğratabilir! Bu nedenle size iki hazırlık olarak Xanax vermiş olmamızı mazur görün. Şimdi kemerlerinizi bağlayın ve 2013 Türkiyesi’ni izlemeye çalışın!
         2013 Türkiyesi’nde iktidar İslamcılar ve tarikatçılar arasında gergin bir uzlaşmayla paylaşılmış.
Birbirini yiyerek yok eden “sol kesim” iktidarı hala görememiş; TSK kendi varoluş şartlarını, görevlerini toptan imha ederek terketmiş. “Karaoğlan”solu birleştirmemeye yemin etmesinin ötesinde, tarikat önderlerine açıkca destek vererek ülkenin dinci gruplara teslim edilmesinin önünü açmış, kendisine “geçmişi hatırlaması” için adeta yalvarmaya gelen Üniversite hocalarını, öncü düşünürleri elinin tersiyle kovalamış. Bu Türkiye’de, 1983’de Evren’in elini öpmek için kuyruğa giren patronlar ve siyasiler şimdi Başbakan ve Cumhurbaşkanı emriyle kendisini hapse atmak için dava ve suçlama yarışına girmişler. Gazetelerin adı artık “medya”; patronları başka işlere boğazlarına kadar batmış olduklarından sayfalarını eften püften şeylere ayırıp, Cumhuriyet düşmanları hakkında yorum yapmaktan bile korkar hale gelmişler! Onların televizyona çıkardıkları isimler, sinsi Atatürk düşmanlığında yıllarca staj yapmış, üniversitelerde ders vermiş, eli viskili yobazlar. Bu ülkede kadınların yarısı, sanki aniden yeni bir peygamberden emir almışcasına, başlarını lastikli malzemelerle örtüp saçlarını saklamaya, kendi anneannelerinin örtünme stilini zavallı görmeye başlamışlar, neredeyse onları “dinden sapmış”  ilan edecek hale gelmişler. 1983’den günümüze davet ettiğimiz dostumuz gülerek sormuş: “Eee,kim yapmış bunları? Demirel mi? Özal mı? Cilalı İbo mu?”. Sunucu gözlerini kaldırmış, bir durup sonra devam etmiş saymaya: Bu Türkiye’de yargı artık bağımsızlığını kaybetmiş, hükümet doğrudan atamalara karışmaya ve Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumların yöneticilerini kendi belirlemeye başlamış. “Devlet” Kubilay’a yapılan vahşeti görmezden gelmeye başlamış, “irtica” suç olmaktan çıkarılmış, çünkü “tanımlanamıyormuş”. Bu Türkiye’de tam tersine “Kemalizm” suç sayılır olmuş ve tutuklu yüzlerce yazar, politikacı ve asker hapisleri doldurmuş. Bölücülerle pazarlık almış başını yürümüş. “O ne? Neyin bölücülüğü? Neyi paylaşamamışlar?”diye sormuş 83’lü. Sunucu bu sefer bakmamış bile: Boşveeer, anlatmak uzun sürer, hem de anlaman kolay değil. “Devlet”, alkol satan yerlere kısıtlamalar getirip “Milli İçki” lakaplı rakıya inanılmaz vergiler koymuş, devlet masalarında içki servis edilmez olmuş. Şimdi sıkı dur: Bu Türkiye’de, Atatürk anıtlarına çelenk koymak uydurma gerekçelerle yasaklanmış, halkın 29 Ekimi kutlaMAMAsı için, polis çeşitli caddeleri halk yürüyemesin diye barikatlarla kapatıyormuş. İnsanlar toplanamasın diye Taksim Meydanı yerle bir edilmiş, kentin her parkına, halka rağmen bir cami yapma yarışına girilmiş.
               Sunumu izleyen 1983 patentli yurttaşın önce suratı asılmış, sonra sunucunun sözünü kesmiş: “Çok mu komik bu kabareniz? 2013’de bunlara mı gülecekler? Zeki Alasya’nın marifeti mi bu, yoksa Ferhan’ın mı?” diye sormuş. Sunucu acı acı gülümsemiş: “Orası karışık. Bu zaman makinesi palavralarına kimisi gülüyor, kimisi ağlıyor, kimisi ise hiçbir şey olmamış gibi başını kuma, alış verişe gömerek ot gibi yaşıyor”. “Başka?” diye sormuş zaman gezgini... “Bir tek gençler ve sanatçılar kaldı, bu kirli oyuna doğrudan karşı çıkan... Durdurabilene aşkolsun! Çünkü...” “Yeter” diye sözünü kesmiş 83’lü. “Ufak at da civcivler yesin! Evren’le  yaşadıklarımız o kadar ağır ki, sizin abuk mizanseniniz hiç komik gelmedi” deyince sunucu heyecanlanmış: “Yer değiştirelim mi? Ben razıyım”
              
Mutlu yıllar sevgili okurlar! Siz yer değiştirir miydiniz? Yoksa kabusunuzu mucizevi bir şekilde geri döndürecek asil kan damarlarınızda mevcut mu? Bu yanıt geleceğinizi belirleyecek...


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

24 Aralık 2012 Pazartesi

Genco Erkal Büyük Buluşma gösterisi..


BOSTANCI’DA “SANATÇILAR GİRİŞİMİ” PARLADI! / BEDRİ BAYKAM / 25 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi ..



            Pazar günü Bostancı Gösteri Merkezi’ni hınca hınç dolduran 4500 yurtsever, Sanatçılar Girişimi’nin büyük organizasyonuyla çok tatmin edici bir gün geçirdiler. Saat 17:30’dan gece 23:30’a kadar süren altı saatlik maratona imza atanlar arasında ülkenin en önemli sanatçıları vardı.
             Herhalde hiçbir organizatörün başaramayacağı kapsamda düzenlenmiş bir aktivite olan “Büyük Buluşma”nın içinde Ataol Behramoğlu’ndan Tarık Akan’a, Mehmet Aksoy’dan Nejat Yavaşoğulları’na, Ümit Zileli’den Edip Akbayram’a, Genco Erkal’dan Timur Selçuk’a, Sadık Gürbüz’den Kubat’a, ülkenin sayısız aydını vardı. Gece inanılmaz bir coşku ile sürdü.
             Sanatçılar Girişimi’nin kökü, neredeyse bir yıl kadar önce sekiz sanatçı dostumu, eşimle birlikte evde yemeğe davet etmemizle başlamıştı. O gün, zaten sık sık birlikte kafa patlatan sanatçılardan Ataol Behramoğlu, Orhan Aydın, Levent Kırca, Edip Akbayram, Ümit Zileli, Orhan Kurtuldu, Mehmet Güleryüz ve ben, eşlerimizle beraber ülkenin durumunu ele almıştık. Doğal akışta bu demokratik tepkiyi yaşama geçirme kararı aldık. Gerisi zaten kamuoyunun malumu. Aslında bu cümle de abartılı. Çünkü BU ÜLKEDE, aydın insanların -en azından kendilerine göre (!)- haklı gerekçelerle iktidara olan eleştirilerini, duyulur şekilde halka iletecek cesarette “medya organı” (!) yok denecek kadar az.
              Sanatçılar Girişimi olarak beklentilerimizin de ötesinde bir başarıya ulaşan gece ile ilgili bazı kritik notlarım var: Behramoğlu’nun yüreklendirici açılış konuşmasından ve bazı değerli sanatçılardan sonra sıra bana geldi. En çok alkış alan vurgulamam şuydu: “Ya hala ‘sen Kemalistsin, ben sosyalistim, sen sosyal demokratsın ben Troçkistim’ gibi ayrımlarla birbirimizi yiyip ayrışacağız ve o zaman seçimlerden sonra yakınmanın bir anlamı olmayacak, ya da yumruk gibi Ana Muhalefet’in etrafında birleşip, diğer muhalif partilerle, sivil toplumla  el ele verip önümüze dikilen barikatları yıkacağız. Bunun adına ister mantık evliliği deyin, ister aşk veya tutku, buna mecburuz. Bunu başarıp karanlığı sandıkta yeneceğiz. Ana Muhalefet’e çok iş düşüyor: Lütfen artık engin ufukları, bize ait olmayan sularda, beyhude çabalarla aramayın. Kendi sularımızda, şu salonda arayın” .
           Konuşmamın ardından kürsüye gelen Kılıçdaroğlu, bu mesajı aldığını ve “Ortak paydaların öne çıkarılması gerektiğini, bu paydanın da Mustafa Kemal Atatürk olduğunu” söyleyerek salondan büyük alkış aldı ve umut verici kararlı bir konuşmanın ardından salondan ayrıldı.
            Gecenin devamında birçok çoşturucu müzik, nefis şiirler ve tiyatro bölümleri izlendi, tüm sanatçılar Timur Selçuk’un piyanosu başında birleşip beraber geceye nokta koyan şarkılar söylediler, Kadıköy-Maltepe-Beşiktaş-Sarıyer Belediyeleri’nin desteğini de alan muhteşem buluşma sona erdi.
           Gecede yorumunu yapmak istediğim iki nazar boncuğu oldu. Birincisi sevgili Melike Demirağ, salondakilere, attıkları sloganlar konusunda ikazlar yaptı ve bunda ısrar etti. Gereksiz bir gerginlik oldu. Kimse, hele bu konuda yetkisi olmayan biri, böyle çoşkulu bir salonun sloganlarına karışamaz. İkinci ve çok daha vahim olay, Levent Kırca’nın Kılıçdaroğlu ayrıldıktan sonra yaptığı konuşmaydı. Değerli arkadaşım olayların biraz eski yorumunda kalmış ve salonda yaptığım, tüm muhalefetleri ana muhalefetin önderliğinde birleştirme gereği fikrinin aldığı desteğin de farkına varmamış. Kırca’nın kalkıp “Kılıçdaroğlu’nun kendisinin sırasında konuştuğunu ve CHP propagandası yaptığını” söyleyen Kırca, kusura bakmasın ama durumu ıskalamış. Birincisi, Kılıçdaroğlu’nun orada bir konuşma talebi veya sırası yoktu. Bizlerin büyük ısrarıyla Bostancı’yı programına aldı ve Menemen’den kalktı geldi. Bir konuşma yapmasını ise Sanatçılar Girişimi adına kendisinden Behramoğlu rica etti. İkincisi, konuşmasında “yumruk gibi birleşme” kararlılığımızı destekleyen ortak paydayı savundu ve topa girdi. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi?
            İtiraf etmem lazım ki, bunlar solun ve ulusalcıların eski kronik hastalıkları. Artık bu kaprislere vaktimiz kalmadı! Seçimleri kazanmak için oyları tek sepette toplamaya mecburuz. Bu da Ana Muhalefet’e açık bir destek vererek, onu eleştireceksek de yapıcı şekilde yörüngesini düzelterek olur. Eskisi gibi “Biz her Parti’ye eşit mesafedeyiz. Kimseyi tutmuyoruz” nakaratına devam ederseniz, Silivri ve diğer zulümhanelerdeki can kardeşlerimiz daha çok acı çekerler, hak etmedikleri işkencelere maruz kalırlar. Bu nedenle herkes artık ayağını denk alsın ve demode şovlara kalkışmasın.  


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

18 Aralık 2012 Salı

UPSD: ESKİŞEHİR’DE SANATÇI EMİN GÜLÖREN’İN UĞRADIĞI NÜ SANSÜRÜ KABUL EDİLEMEZ!

Sayı: 2109/186 18.12.2012
UPSD: ESKİŞEHİR’DE SANATÇI EMİN GÜLÖREN’İN UĞRADIĞI NÜ SANSÜRÜ KABUL EDİLEMEZ!

Sanatçı Emin Gülören’in 15 Aralık 2012’de Eskişehir Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde Belediye Başkanı Sayın Yılmaz Büyükerşen’in de katılımıyla açılan “Artnüyet” başlıklı sergisi, 17 Aralık Pazartesi sabahı itibariyle inandırıcı hiç bir gerekçe gösteremeden kapatılmıştır. Sanatçıya haber verme gereği bile görülmeden Emin Gülören’in resimleri galeriye ulaşan bir telefondan gelen bir talimat ile yere indirilip sergi fiilen sona erdirilmiştir.

Son birkaç yılda üst üste anıtlardan heykellere, sergilerden dizilere, tiyatrolardan filmlere gazetelerden internete süren sansür furyası bu sefer de sanki piyango Eskişehir’e çıkmışçasına bu kentte sergilenen, aslında gayet olağan ve normal olan bir nü sergiyi seçmiştir.

Çağdaş Türkiye’nin ifade ve sanatsal yaratım özgürlüğü sanki laik-demokratik bir hukuk devletinde yurttaşların anayasal hakları askıya alınmışçasına ortadan kaldırılabilmektedir. Olay artık en sade insan bedeni tasvirlerini kapsayacak kadar çığırından çıkmış, Türkiye en gerici ülkelerde görülebilecek çağdışı yorum ve bunu takip eden uygulamaların bahtsız bir merkezi haline gelmiştir.

Sayın Kültür ve Turizm Bakanı’nı konuya acilen müdahale etmeye ve kapatılan sergiyi tekrar açmaya davet ediyoruz. Sözde evrensel standartlarda AB demokrasi kriterleri peşinde koşan bir ülkede, böylesine traji-komik olayların yaşanabilmesi, düşündürücüden öte dehşet vericidir.
Toplumun ve medyanın bu uygulamalara alışması ve kabullenmesi Türkiye’nin geleceği adına bizi bekleyen en büyük tehlikelerden biridir.
Kamuoyuna saygılarımızla duyururuz.

Bedri Baykam
Başkan
UPSD

Yönetim Kurulu
Bahri Genç
TijenŞikar
Turan Büyükkahraman
Murat Havan
Denizhan Özer
Ekin Onat vonMerhart

SİLİVRİ KARANLIĞINDAN UMUT FIŞKIRDI / Bedri Baykam / 18 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



              O iç karartıcı ve tarihe arka kapısından giren Silivri duruşma salonunun kapısındaki polis ve tel örgü barikatına dayandığımızda saat sabahın 7’siydi. 05:00’te uyanıp bir şeyler atıştırdıktan sonra yola koyulup gelmiştik. Yanımda asistanlarım Öykü, Serdar ve Ayşegül ile Sanatçılar Girişimi koordinatörlerinden Canan Sezenler vardı. Ataol Behramoğlu bizden bir süre sonra gelip içeri girmeyi başaracak, sevgili Tarık Akan, Mehmet Aksoy ve Rutkay Aziz dışarıda kalıp, destek ve dayanışmaya oradan devam edecekti.
              13 Aralık, ne yazık ki her zaman ağır bir göndermeyle hatırlanacak olan Silivri kentinin Zulümhanesi’nin tarihinde farklı bir gün oldu. 4 yıldır neredeyse her gün tekrarladığımız “Silivri’de yüzbin kişilik miting yapılması lazım” sözleri nihayet yaşama geçebildi. Sonuçta belki 25, belki 50... Hatta belki 100 bin kişi geldi! Sonuçta yollar geç de olsa bloke edildi, yine barikatlar kuruldu, yine jandarmasından hakimine, polisinden savcısına, kimi yetkililer belirli ölçülerde oraya gelen demokrat insanları sıkıntıya sokmak için ellerinden geleni yaptılar. Zar zor ezilme tehlikeleri yaşayarak alındığımız duruşma salonuna arkadaşlarımızın girişleri, sanki heyecanla beklenen bir futbol takımının sahaya çıkışı gibiydi. Balbay, Özkan, Haberal, Başbuğ, Yalçın Küçük, Erkan Göksel, Turan Özlü, Mehmet Perinçek, Sevgi Erenerol ve onlarca başka isim, kararlılıkla salona intikal edip halkı ve gazetecileri selamlayarak  yıllara yayılmış dev sıkıntılarına rağmen gülümsemeyle bu güne adım attılar. “Dışarıda” onbinlerin attığı “Geliyor, geliyor, çılgın Türkler geliyor/Silivri duvarı yıkılacak/Silivriden çıkanlar iktidar olacak/Ölmek var, dönmek yok!” sloganlarını duyamamalarına rağmen, kendileriyle beraber nefes alındığını öğrendiklerinde umut ve gözyaşlarını içlerine akıttılar. Onlarla uzaktan kucaklaşmak, bağıra çağıra sohbet edebilmek artık refleksten yapabildiğim şeyler. “Cezalı” veya rahatsız oldukları için katılamayan Perinçek, Hilmioğlu, Ersöz, Veli Küçük gibi isimler dışında herkes oradaydı. Tutuksuz yargılanan  Alemdaroğlu, Mütercimler, Mehmet Ali Çelebi, Vural Vural, İbrahim Benli gibi sanıklar da hemen önümüzdeydi.
             Silivri Mahkemeleri, “hukuk” kavramının tüm mantığını, etik değerlerini ve evrensel saygı normlarını ters yüz eden utanılası uygulamalarıyla acı bir şekilde tarihe kaydoldu. Siz vekillerin sanıkların yanına oturtulmadığı bir mahkeme düzenini filmlerde bile hiç gördünüz mü?  Peki, müvekkiliyle bir belge alış-verişini mübaşir kullanmadan ilk elden yapamayan bir avukat-sanık ilişkisi duydunuz mu? Seri katillere bile reva görülmeyen bu uygulamaların mucitleri övünebilirler! İşte bu Mahkeme, bu sefer de henüz avukatların ellerinde olmayan bir “yeni iddianame” üstünden, hem de avukatlara usul hakkında bile söz vermedenokuma dayatmaya kalkışınca, doğal olarak salon disiplini bozuldu ve tepkiler yağmaya başladı. Fırsattan istifade, Hakim seyircileri boşaltma kararını uyguladı. Bu arada ısrarla, davaya gecikmeli de olsa silah-cinayet vs. gibi iddialar da ekleme çabalarının oldu-bittiyle salonda okunmasına karşı CHP vekili Süheyl Batum ayağa kalkarak “Böyle hukuk mu olur?” diye sert tepki verdi. Mahmut Tanal, Muharrem İnce ve bir ara jandarma itiş kakışına maruz kalan Namık Havuçcan, CHP’nin o gün duruşmaya gelen 32 vekili arasındaydılar.
             Sanıkların slogan ve tepkilerinden: “Bu dava artık Leipzig davasının aynısıdır. Bir devleti ele geçirme davasıdır. / Burada hukuk alfabesinin A-B-C’si uygulanmıyor, kimse konuşturulmuyor, dinlenmiyor. / Adaletin kıyameti kopmuştur. / Mustafa Kemal’in askerlerini kimse yenemez!”
Davayla ilgili durumu şöyle izah edeyim: Bir davada 3-4 tane akıl almaz falso olsa, onları topluma izah eder, işin altından kalkarsınız. Ama içinde 2452 tane mantıksız delil, havada kalan gizli tanık bindirmesi, teknolojik absürd çelişki taşıyan iddialar olduğu zaman, bu düzeltmeleri yapmaya neresinden başlayacağınızı bilemezsiniz ve olay çamur ırmağına döner. Hiçbir açıdan somut bulgulara ulaşamayan davaya “silah ekleme” çabasını endirekt besleyen hareketlenmeler arasında Muhsin Yazıcıoğlu’ndan Turgut Özal’a, Adnan Kahveci’den Bülent Arınç’a, ortalığa yayılmaya çalışılan “suikast arayışları”nın ana nedeni de, herhalde sağır sultanın bile artık anladığı gibi, beyhude çabalarla Ergenekon canavarına kanlı vampir dişi arayışından başka bir şey değil!     

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

10 Aralık 2012 Pazartesi

CHP VE STK’LAR: MANTIK EVLİLİĞİ VE KULLANMA KILAVUZU / Bedri Baykam / 11 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



             Mahallenin ilgi uyandıran esrarengiz güzel kızı ile zengin ama hassas geçmişli bıçkın delikanlısı beraber hayat kurma yolunda ilerliyorlarsa, her açıdan ikisinin ve ailelerinin de bu evlilikten ciddi oranda çıkar beklentileri varsa, üstelik kasabada, bu ilişkiye alternatif olabilecek başka kapı yoksa... Ortaya çıkan sorunların bir şekilde halledilmesi gerekir, değil mi?
              Evlilik ya doğal yollardan kaçınılmaz tutkulu aşkla gelir, ya dönüşen bir arkadaşlığın gelişmesiyle ya da tesadüflerle... Başka? Bunlardan hiç biri olamamışsa, o zaman gündeme gelebilecek diğer seçenek “mantık evliliği” olabilir. Yani münasip zaman, şartlar, çevre baskısı ve tüm veriler analiz edildiğinde ortaya çıkan çaredir!
             CHP ve Sivil Toplum arasında yaşananlar, her açıdan en azından bir “mantık evliliği”nin devreye girmesi gerektiğini ortaya koyuyor! Neden mi? Gerekçeler gayet basit. Özetle ele alacak olursak, iki hafta önce “CHP’nin Tehlikeli İkilemleri” başlığı altında, Parti’nin, geniş kitlelerin ve STK’ların kendisinden vebalı gibi kaçmalarına neden olan ölümcül hatalarını aktarmıştım: Kürt sorunundan laikliğe, yakın tarihin gerçekçi analizinden milletvekili adaylarının saptanmasıyla ilgili ortaya çıkan tepkilere kadar her yöne uzanan akıl karışıklıkları ve yanlış politikaların CHP seçmenini nasıl uzaklaştırdığını...  Geçen hafta ise, Sivil Toplumun, elinde hiçbir “B Planı”olmamasına karşın, intiharına koşarcasına CHP ile arasına nasıl buzullar koyduğunu ve bunun güya kurtulmaya çalıştığı faşist rejimin içinde kendisini nasıl tutsak haline getirdiğini anlatmıştım. Hayatın gerçekleri ise, her iki kesimin de “uysa da uymasa da”birbirleriyle acilen yakınlaşmaları gereğini ortaya çıkarıyor. Çünkü acilen bu “mantık evliliği” sonuçlandırılmazsa, her ikisi de birbiri peşi sıra, geriye dönüşü olmayan bir uçurumdan aşağıya yuvarlanacaklar. Hatta araç sigorta terminolojisiyle, “pert” olacaklar!
           Bugünün gerçeklerine dönecek olursak: Önce yerel, ardından genel seçimlere yönelik takvim işlemeye devam ediyor. Seçimler her gün yaklaşırken, CHP ve onun hinterlandı olması gereken “Sivil Toplum” arasındaki sorunların sıkı ve acil bir diyalogla giderilmeye, en azından iyileştirilmeye gereksinimi olduğu kesin bir veri. Çünkü bu ilişkinin hak ettiği sıhhatine kavuşturulması için, seçimlere üç gün kala harekete geçmek, kimselere bir şey kazandırmaz!
             Öte yandan, bu birleşmenin hiç gerçekleşmemesi için ister sinsi sinsi, ister açıkca çalışan o kadar çok gafil var ki! Bunların bir kısmı, CHP’nin geçmiş kararları veya siyasi akış kadroları açısından bir çeşit -çoğu zaman haklı!- “kuyruk acısı” geliştirenler. Bir diğer kısmı CHP’den artık kurtarıcı bir Parti yaratmanın imkansızlığını gördüğünü söyleyenler! Bir diğer kısmı da hiçbir zaman uzaktan yakından gerçekleşmeyecek olan farklı siyasal beklentiler nedeniyle komik şekilde CHP’yi rakip görüp onun “imajını” batırmaya çalışanlar! Hayali senaryolarla avunup gerçeküstü beklentilere yelken açan bu kesimin de bahsettiğimiz diyalogu sağlayacağı veya kolaylaştıracağı pek düşünülemez.
              Tüm bu olumsuz şartlara rağmen “Başarısızlık bir alternatif değildir” sözünden yola çıkarsak, “mantık evliliği”ni sağlamanın şartları karşılıklı bir “kullanım kılavuzu” gerektirilebilir! Mesela CHP’nin STK temsilcileriyle sık sık buluşması, onların ideolojik eleştirilerini dinlemesi, zeytin dalı uzatarak araya girmiş her türlü yanlış anlamayı bertaraf etmesi, başta TGB olmak üzere, Parti’nin ADD, ÇYDD ve DİSK gibi kuruluşların sokak gücü ve dinamizmini kullanması ve hatta İP’le dayanışmaya girmesi, tarafsızları, küskünleri çekmesi, kendi alyuvarlarına oksijen doldururcasına bu hatları hızlı şekilde genişletmesi gündeme gelmelidir.
              STK’ların ise, CHP’den şikayet etmek yerine gördükleri ideolojik ve diğer hataların düzeltilmesi için çalışmaları, Parti’yi silkelemeleri,  ilçe ve milletvekillerini ziyaret ederek infiale yol açan gafları çekinmeden yüksek sesle ifade etmeleri ve böylece artık şu “Ben tarafsızım, herkese eşit mesafedeyim” nakaratından kurtularak rengini çekinmeden belli etmenin şeffaflığını yaşamaları gerekiyor. Burada karşılıklı sabır, tahammül ve alçakgönüllü duruş şart! Sürekli kan davası gibi hesaplaşmaların, geçmişe yönelik suçlamaların terkedilmesi lazım. Yoksa evlilik suya düşer! “Kullanım kılavuzu”nun temel maddeleri bunlar!
             CHP ve Sivil Toplum, çok acilen ister aşk, ister mantık evliliği yapmayı beceremezlerse, AKP hakkındaki şikayetlerinin kuruş değeri yoktur. Bu not, tarihe düşülmüştür.
             

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

6 Aralık 2012 Perşembe

UPSD GENEL KURULU YAPILDI Bedri Baykam 4. kez Başkanlığa Seçildi.




2 Aralık 2012 Pazar günü, derneğin Maçka demokrasi Parkı’ndaki merkezinde  
Bünyamin Özgültekin’in Divan Başkanlığı’nda yapılan
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) 12. Olağan Genel Kurulu’nda,
 Bedri Baykam 4. Kez, 3 yıllığına UPSD Başkanı seçildi.



UPSD’nin yeni Yönetim Kurulu şu isimlerden oluştu:

Bedri Baykam (Başkan)
Bahri Genç (2. Başkan-Sayman)
Tijen Şikar (Genel Sekreter-İletişim)
Ekin Onat von Merhart (UPSD Galeri-Dış İlişkiler)
Denizhan Özer (UPSD Galeri-Dış İlişkiler)
Murat Havan (Kurumsal İlişkiler- Yerel Yönetimler)
Turan Büyükkahraman (Kurumsal İlişkiler- Yerel Yönetimler)


Yönetim Kurulu Yedek
Melik İskender
Recep Batuk
Ayşe Erel
Ekrem Kahraman
Ceylan Mutlu
Rahmi Aksungur
Nebahat Karyağdı


Üye Kabul
Alangoya Çoker
Sonya Tanrısever
Pınar Selimoğlu

Üye Kabul Yedek
Kadri Özayten
Devabil Kara
Ekber Yeşilyurt


Onur Kurulu
Hüsamettin Koçan
Tomur Aagök
Nilüfer Ergin
Meriç Hızal
Ferit Özşen
Nur Koçak





Denetleme Kurulu
Tülin Onat
Çiler Belen
Mustafa Karyağdı

Denetleme Kurulu Yedek
Taner Ceylan
Barış Sarıbaş
Argun Okumuşoğlu

BÜYÜK BULUŞMA’ya davetlisiniz



Baskıya, korkuya, adaletsizliğe, sanat ve sanatçı düşmanlığına karşı BÜYÜK BULUŞMA’ya davetlisiniz.
Saygılarımızla. 

SANATÇILAR GİRİŞİMİ

ferman padişahın, ülke bizimdir

Yer: Bostancı Gösteri Merkezi

Saat: 1700 - 2300

Adreslerimiz:

Facebook sayfasi:
https://www.facebook.com/Reddediyoruz

blog sayfasi:
http://sanatcilargirisimi.blogspot.com/

twitter:
https://twitter.com/reddediyoruz

mail: reddediyoruz@gmail.com

5 Aralık 2012 Çarşamba

BEDRİ BAYKAM / Tarihin Röntgencisi / The Voyeur of History‏

BEDRİ BAYKAM
Tarihin Röntgencisi The Voyeur of History
07.12.2012 – 09.01.2013                          
açılış: 07.12.2012, cuma 18.00

Siyah Beyaz Sanat Galerisi7 Aralık – 9 Ocak 2013 tarihleri arasında Bedri Baykam’ın son iki yılda gerçekleştirdiği tual çalışmalarından oluşan “Tarihin Röntgencisi” (The Voyeur of History) başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor. Bu sergi, sanatçının 121. kişisel sergisi olacak. Kimi zaman çeşitli kolaj ve farklı malzemelerin bir arada kullanıldığı bu işler, ilk bakışta sanatçının 80’li yıllar çalışmalarını hatırlatsa da, esasında çok zengin bir dönemsel sentezi bünyesinde topluyor.

Baykam’ın 2011-2012 tual çalışmalarından oluşturulan sergide, aynı zamanda seriye ait tüm eserlerin ve sanat eleştirmeni Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman ile İstanbul Modern’in şef küratörü Levent Çalıkoğlu’nun, Baykam ve eserleriyle ilgili geniş makalelerinin yer aldığı katalog da sanatseverlere sunuluyor.
“Tarihin Röntgencisi” katalogunda Baykam’ın sanatından Son otuz yılda Baykam’ın resmi Türk Görsel Sanatları’nı birkaç kere derinden etkilemiştir demek bile, ancak gerçeği kısmi olarak dile getirmek olur. Bu görsellik, Batı görselliğiyle her döneminde kendi özgüllüğüyle hem hesaplaşmış hem örtüşmüştür.” cümleleriyle bahseden Kahraman’ın yazısı,  Baykam’ın sanatının Türk Çağdaş Sanatı’nı 80’lerin başından itibaren nasıl rüzgarı altına aldığını analiz ediyor.

Çalıkoğlu’nun eser incelemeleri ise Baykam’ın çalışmalarının tekil olarak ele alındığında da nasıl etkili bir okumanın mümkün olduğunu boyanın maddeselliğinden başlayarak sanatseverlere aktarıyor.

Ankara doğumlu olan Baykam, ilk sergisini yine Ankara’da 1963 yılında Sanatsevenler Derneği’nde açmış, daha sonra da Ankara’yı İstanbul, Paris ve New York’la beraber sürekli olarak eserlerini sergilediği kentlerden biri olarak tutmuştu. Sanatçı Başkent’te yine Galeri Siyah Beyaz’da en son iki yıl önce Munch üzerine yaptığı 4-D çalışmaları sergilemişti. Baykam’ın yeni yapıtları Ankara’dan sonra Şubat-Mart aylarında Paris-Lavignes Bastille Galerisi’nde de sergilenecek.

Ayrıca 8 Aralık Cumartesi günü, Ankara Amerikan Kültür Derneği’nde saat 14-16.00 arasında Tüm Galericiler Derneği tarafından Baykam’la sergiye paralel bir söyleşi düzenleniyor.

Daha ayrıntılı bilgi için,

Siyah Beyaz Sanat Galerisi
Kavaklıdere sokak 3/1-2 şili meydanı Ankara.
0312 467 7234
www.galerisiyahbeyaz.com
galerisiyahbeyaz@gmail.com



4 Aralık 2012 Salı

Sivil Toplumun Ölümcül İkilemleri! / Bedri Baykam / 4 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            Geçen hafta “CHP’nin Tehlikeli İkilemleri” başlıklı yazımı eminim “Y-CHP”ye kızan onca Atatürkçü ve sivil toplumcu, hak vererek gündemine aldı. “İşte bunlar CHP’nin kulağına küpe olsun” diye birçok arkadaşımın bu yazıyı yaydıklarını biliyorum. Bu seferki yazıma verecekleri tepki ise, ne olursa olsun Türkiye’nin önümüzdeki seçimlerini ve kaderini etkileyecek.
             Türkiye’de bugün 29 Ekim’lerde meydanları dolduran ve milyonlarla ölçülen muhalefetin içinde ADD’liler, ÇYDD’liler, TGB’liler, İP’liler, DİSK’liler, sendikacılar ve sandıklara gitmeyenler  var. Her toplumsal eylemde kolkola girip beraber yürüdüğüm bu kardeşlerimin her biri, bu iktidardan kurtulmak istediklerini haykırıyorlar. Peki nasıl başaracaklar? Tek seçenekleri AKP’yi sandıkta yenmek değil mi? Bu veriye göre hareket edeceklerse, bakalım ellerindeki kozlar hangileri...
             Herhalde tüm dinamik yapısına rağmen İP’yi bir iktidar alternatifi olarak görmek mümkün değil. Son sondajlarda %2’ye yükselmiş olması çok sevindirici olsa da, bu noktanın da uzaktan yakından AKP’yi tehdit edebilecek bir potansiyel oluşturamayacağı ortada. DSP, Masum Türker’in sağlam şirinliklerine rağmen, Ecevit’in son bitik döneminden de gerilerde. MHP’yi alternatif bir muhalefet partisi sananlar, bunun bedelini siyasi gerilimlerin her kritik virajında acı şekilde ödemeye devam ediyorlar. Diğer küçük partilere hiç girmiyorum. Oturdukları apartmanda eşleri için “Kocam Parti Başkanı” diye komşularına böbürlenme şansı verme dışında hiçbir getirisi olmayan bu uğraşı kritik günlerde hala sürdürebildikleri için Allah akıl fikir ihsan eylesin diyorum.
             Demek ki, ortada bir tek gerçek var: CHP dışında, uzaktan yakından AKP ile rekabet ihtimali olan parti yok. Halbuki girişte söz ettiğimiz o tepkisel kitlenin büyük bir kısmı, CHP seçmenleri arasında değil. Sorsanız, her biri CHP’ye -çoğu sonsuz haklı sebeplerden- tepkili. Zaten bu gerekçeleri geçen hafta özetledik. Yani sandıkta elleri CHP’ye gitmiyor, ama bu iktidardan kurtulmak için neredeyse yaşamlarından olmaya razılar! Peki bu ikilemi aranızda anlayabilen var mı? Dünya tarihi daha traji-komik bir çelişki gördü mü?
               Tabii bir kesim daha var. Onlar bu derneklerde çalışıp, bu meydanlarda yürüyüp, hatta belki CHP’ye oy verip, kamuya açık siyasi söylemlerinde hiçbir şekilde CHP’ye destek vermeyenler. Onlara göre “Biz her partiye eşit uzaklıktayız” gibi standart saçma lafları orta yere bırakmak çok daha garantili. Ama ortaya yaydıkları bu belirsizlik, iktidara yarıyor. Yani “Ben taraf tutmam, ben CHP’li değilim” tavrıyla bu sözde muhalefet, resmen intiharına koşuyor! Çünkü seçimlere koşarken, tek bir B planları yok! Hem de tüm sivil-imam toplumcuları, var güçleriyle kapı kapı gezip iktidarı savunurken... Silivri’ye gidip bir sorun bakalım demokrasi nöbetçilerimize, “aferin” derler mi bizim “tarafsız”lara?
             
Peki, CHP’ye kızgınsın, diyelim ki üzerinde siyaset yaptığı zemini kaypak buluyorsun, hatta Genel Başkan’ından şu ya da bu vekiline kadar birçok siyasisini ölesiye eleştiriyorsun... İyi de bu Parti’nin içine girip, eleştirdiğin dağlara kılıç sallamaktan başka seçeneğin yok ki... Pardon var! O da CHP’yi yıpratacak her tavrı ve tepkiyi gösterdikten sonra, seçimlerde AKP bilmem kaçıncı zaferine koştuğunda, oturup şikayet edip ağlamak, “Eyvah şimdi bu sonuçla bu adamlar kimbilir daha neler yaparlar devrimler aleyhine!” diye hayıflanmak... Bu durumu algılayan bir yabancı siyasetçi ne der biliyor musunuz? “Siz sahte muhalifsiniz. İktidardan şikayet ettiğiniz filan yok. ‘Gibi’  yapmakla yetiniyorsunuz. Çünkü gerçekten arkadaşlarınızın hapiste olmasından ve faşizmden yakınsanız, ne yapar eder, CHP’ye seçimi kazandırmak için ölesiye çalışırsınız. Ama siz tam tersine ya ‘tarafsızız’ diye tempo tutuyorsunuz ya da daha ileri gidip CHP aleyhine çalışıyorsunuz. İnandırıcılığınız kocaman bir sıfır!”

              Herhalde bu ülkede CHP’yi benim kadar eleştiren 2-3 yazar ya vardır ya yoktur. Buna rağmen her seçimde yapılan tüm abartılı Parti içi gafa, hataya ve komik derecede hatalı aday seçimlerine rağmen CHP’yi destekliyorum. Neden mi? Çünkü ben ilkokulda, matematikte sınıfın en iyilerinden biriydim ve hangi sepette daha çok bilye olmasını istediğimi biliyordum da ondan. Rakibi olduğum sepeti kazandırmak istercesine asalak bir hedefe koşmuyorum, siyasi hedeflerime bakıp, öyle  kararlar alıyorum, ideolojimi uçurumdan aşağı itmiyorum da ondan. Bilmem anlatabildim mi?  Haftaya devam!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

26 Kasım 2012 Pazartesi

CHP’NİN TEHLİKELİ İKİLEMLERİ / BEDRİ BAYKAM / 27 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..




              Geçen hafta “Seyit Rıza” meselesi üzerinden yaşanan kriz, CHP açısıdan da son derece kritik bir yol ayrımına işaret ediyor. CHP yaşanan ağır tartışmaları yok sayarak bu ideolojik çifte başlılığınaacilen son vermezse, önümüzdeki her seçim sürecinde hayal kırıklığı yaşamaya mahkum.
             Kılıçdaroğlu, Genel Başkanlık koltuğuna oturduğundan beri “ezber bozmak”adına -ANAP’ın “dört eğilim”sapmasını hatırlatan bir tavırla- liberal, ılımlı islamcı, Kürtçü, yani CHP’nin genel ideolojisi ve Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırı milletvekilleri, Parti Meclis Üyeleri seçtiriyor. CHP lideri bu sayede Partisine hem Güneydoğu’dan, hem “müslüman” siyaseti (!) öne çıkaranlardan hem de merkez liberallerinden oy akacağını sanyor. Üzerinde durmaya bile gerek yok, bu oportünizm kokan ideolojik biçim bozmanın bir geri adım dönüşü olacağını sanmak en iyi ihtimalle aşırı iyi niyet veya siyasi saflık.
             CHP, Kılıçdaroğlu döneminde yaşadığı seçim ve referandum süreçlerinde beklenen oy patlamasını yapamadığı gibi, neredeyse birçok açıdan Baykal CHP’sinin gösterdiği potansiyel yükseliş ivmesinin beklentilerinin gerisinde kalıyor. Büyük umutlarla ve hatırı sayılır bir rüzgarla başlayan bu serüven, bu nedenlerle şimdilik yarattığı umudu dağların arkasına bıraktı. AKP bu sayede 10 yıldır iktidarda olmasına ve halktan bu kadar tepki görmesine rağmen karşısında kendisini yerinden edebilecek bir muhalefeti bile olmayan Parti oldu. Dikensiz gül bahçesinde gezinerek yarattığı tek sesliliğin keyfini Parlamento’da çıkarıyor.
           CHP “herkese yaranayım” mantığıyla şekillenen kaygan tavırlarıyla kendisi için marjinal sayılabilecek kesimlerden oy alamadığı gibi, esas kendi arka bahçesi olan Ulusalcı, Atatürkçü, Cumhuriyetçi-Demokrat insanların ışık hızıyla Parti’den uzaklaştığını göremiyor. Bırakın seçmenleri veya üyeleri, CHP’nin yönetim organlarında yer alan insanlar, sürekli muhatap oldukları bu “Y-CHP” saldırısından kaçarak istifa ediyorlarsa veya Parlamento Grubu’nda kazan kaldırıyorlarsa, artık Parti için oturup düşünme vaktidir. Bütün bu şizofrenik parçalanma ve kafa karışıklığının kökeninde Kılıçdaroğlu ekibinin “CHPli gibi CHPliler” yerine her çeşit ithal düşünce sahiplerini öne çıkararak seçimlere ve Parlamento’ya girmeleri ve de üstelik bu sapmalardan övünmeleri yatıyor. Gerek cemaate yakın Kürtçü siyaseti seslendiren milletvekilleri, gerek Parti’ye açık açık Atatürkçüleri tasfiye etmeleri gerektiğini anlatan 2. Cumhuriyetçi-liboş yandaş gazetecilerle “düşünürlerle” (!) kurulan sıkı diyaloglar, ortaya rahatsız ediciden öte bir “ne olduğu belirsiz” Parti yapısı çıkarıyor.
             Öncelikle Kılıçdaroğlu’nun sürekli olarak muz kabuğuna basarcasına üzerine gidip yere yuvarlandığı “anakronizm” hastalığından söz edelim: Parlamento grubunda milletvekillerinin cesur çıkışlarıyla engellenen, Hüseyin Aygün’ün “Seyit Rıza’ya iadeyi-i itibar” yasa tasarısı tartışılırken “Seyit Rıza’yı yargılayan mahkemeler de özel mahkemelerdir. Biz özel mahkemelere karşıyız” demesi bunun çok tipik bir göstergesi. Kılıçdaroğlu‘nun değerlendirmelerinde dönemler, yıllar, yorumlar, ulusal ve uluslararası şartlar, hepsi birbirine karışmış. “Devrim yasaları ve İstiklal Mahkemeleri olmasaydı, ortada Türkiye Cumhuriyeti mi olacaktı?” sorusu, Genel Başkan’ın aklına bile gelmiyor. Neredeyse “Fatih İstanbul’u alırken sosyal medyadan eğilim araştırması yaptı mı” veya “Fetih’in facebook sayfası var mıydı?” sorusuna yanıt arayacak. Sn. Kılıçdaroğlu’nun 20. yüzyıl Türkiye siyaseti ve yakın tarihimizi yani Menemen’i, Dersim’i, Seyit Rıza’yı,  Said-i Nursi’yi, İnönü dönemlerini, 27 Mayıs’ı ele alış şekilleri, bu nedenle sorunludan da öte. Yaşanan her olay, o günün şartları ve gerçekleri içinde ele alınmaya mecburdur, bizden hatırlatması!
           Kılıçdaroğlu’nun geçen hafta Parti’ye yine travma yaşatan Aygün’ü uyarması ve “Parti politikalarına aykırı ve grup onayından geçmemiş yasa önerilerini kamuoyuyla kimsenin paylaşmamasını” istemesi iyi bir başlangıç. Ancak yine de CHP Genel Başkanı’nın iktidar alternatifi olabilmek için kimlerle ittifak yapması gerektiğini anlaması ve Parti’nin yörüngesini sağlam bir rotaya oturtması zaman alacağa benziyor. Ne yazık ki Türkiye‘nin ise kaybedecek tek saniyesi kalmadı... Tabii madalyonun bir de diğer yüzü var. Sivil toplum ve diğer siyasi ulusal kanatlar CHP’ye nasıl bakıyorlar? Onu da gündem elverirse haftaya ele alacağız...

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

BASIN BÜLTENİ



TÜM SANAT GALERİLERİ DERNEĞİ (TÜSGAD)
BEDRİ BAYKAM’LA ANKARA’DA BİR SÖYLEŞİ DÜZENLİYOR

Tüm Sanat Galerileri Derneği, Bedri Baykam’la 08 Aralık 2012 Cumartesi günü, Türk-Amerikan Kültür Derneği’nde bir buluşma düzenliyor.

TÜSGAD'ın davetlisi olarak Ankara’ya gelecek olan Baykam, “Her Yönüyle Türkiye’de Çağdaş Sanatçı Olmak” konusunu ele alacak. Ankaralı Prof. Dr. Felsefeci Şahin Yenişehirlioğlu ve Gazi Üniversitesi sanatçı-yazar Mehmet Yılmaz’ın giriş konuşmalarını yaparak Baykam’ı ve konuyu sunacakları söyleşi, saat 14.00-16.00 arası yapılacaktır.
Organizasyonu üstlenen Tüm Sanat Galerileri Derneği Başkanı Kürşad Yılmaz, Yönetim Kurulu adına Baykam'ı Ankara’da ağırlamaktan ve sanatseverlerle buluşturmaktan onur duyduklarını söyledi ve katılımcıları Baykam’ın Siyah-Beyaz Sanat Galerisindeki 07 Aralık 2012 tarihindeki sergisini de tercihen önceden gezmeye davet etti.

Yer: Türk-Amerikan Kültür Derneği-Ankara
Tarih: 08 Aralık 2012
Saat: 14:00
Adres: Cinnah Cad. No:20 Çankaya-Ankara

19 Kasım 2012 Pazartesi

ÖLÜM-SİYASET-YAŞAM ÜÇGENİ / Bedri Baykam / 20 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



             Üzerinde yaşadığımız gezegenin tarihi, katliam dizileri ile yüklü. İlkçağlardan günümüze uzanan süreçte, kendisine tehlike gördüklerini öldürtenler,  farklı” olanları soykırıma yollayanlar, savaştığı ülkelerde sivilleri bile parça parça edenler... milyarlarca insanı yok ettiler!
             Bunlara bir de “kişisel siyasi” cinayetleri, Neanderthal insanından günümüze çıkar ilişkileri, kadın, av paylaşımı, siyasi rekabet, para, kıskançlık gibi nedenlerle insanların birbirini nasıl elediklerini eklersek, ortaya çok karanlık bir tablo çıkıyor. İster insani bir duygu olması gereken merhamet, ister “Tanrı’nın verdiği canı yine ancak Tanrı alır” sözleri, dünyada hoş bir seda olarak kalmış. İnsanın insana yaptığı zulüm, gözü dönmüşlerin hırsı dünyayı hep kana bulamış.
            Peki, 20. yüzyılla beraber ne kadar değişebilmişiz? Dünyanın yaşadığı iki korkunç “Cihan Harbi”nden sonra Birleşmiş Milletler, diyalogla savaşları durdurmayı ana amaçlarından biri olarak ilan etmiş ve bazen (!) Amerikan çıkarlarının müsaade ettiği oranda başarılı olmuş. ABD’nin Irak’ta bir milyona yakın insanı ölüme gönderdiği günlerin barutu ise hala tütmeye devam ediyor!
Bir de bunların ötesinde, devletlerin aldıkları kararlarla insanları ölüme yollama “yetkileri” var. Dünyada ölüm cezasının kaldırılması, son 40 yılda yaygınlaşan bir uygarlık ilerlemesi. Barış arayışları, insan hakları, demokrasi, eşitlik kavramı doğrultusunda Avrupa ülkelerinden başlayarak yerleşen bu merhalenin her ülkede geçerli hale gelmesi ve dünyanın en azından devlet eliyle gelen ölümlerden kurtulması, son derece önemli.
          Ülkemizde özellikle kadınlara yönelik şiddeti, 3. sayfa haberlerini ve kişisel kavga cinayetlerini köşeye kaldırıp, siyasi arenaya bakalım: Ölüm üzerinden siyaset yapan herkes açık suç işliyor! Bunu geniş açıdan ele almaya mecburuz. Herkes kendisine farklı gerekçeler çıkarabilir, ama aslında hepsi şu ana temada birleşiyor: Biri(leri)nin, başkalarının yaşamlarını bitirme konusunda kendileri adına hak ve yetki verebilmeleri. Mesela terör olaylarında yaşadıklarımız... Daha dün yine beş askerimizi Şemdinli’de şehit eden PKK’lı teröristler, ama birilerinin maşası olarak, ama örgüt kararıyla, bu canları alma hakkını kendilerinde görmüşler. Affedilir tarafları yok. Hiçbir din ve ırk söylemi bu yobazlıkları izah edemez.
             Yine aynı Kürt sorununun bir diğer ucunda ise, Allah’a şükür, birkaç gün önce sona erdirilen ve vicdanı olan herkesi üzen, hatta kahreden ölüm oruçları geliyor. Tüm bu insanların aileleri, arkadaşları, çocukları var. Ama bu girişime dur diyenlerin arasında yer alan bazı “aydın”ların, ilginç şekilde şehit askerlere duyarlılıkları yok.  Hükümet ise, “Ölüm üzerinden siyaset olmaz” diyerek gidişatta işin adını koyuyor. Sonuçta konunun siyasi kısmını, yani bu taleplerin haklılığını, haksızlığını, karşılanabilir olup olmadığını bir yana bırakın, bu düşünce doğru.
              Bu cümleyi sarf eden bir Hükümet, aynı hafta ülkenin gündemine “idam cezası” gibi koca bir “ucube”yi sokabiliyorsa, buna ancak karga koroları eşliğinde katıla katıla, ama acı acı gülünür! O zaman şunu anlarız, bu abartılı çelişkiden: Bu Hükümetin hiçbir sözü samimi değildir. Bu kadar kritik bir konuda aynı anda siyah ve beyaz diyebilen bir Hükümet’in başları, dün idam cezası kaldırılırken bunu her zerreleriyle onaylamışlarsa, bugün de idam cezasını, değişmez destekçileri MHP’nin yardımıyla tekrar ısıtıyorlarsa, bu konularda yörünge, tutarlılık, insaf değil, oportünizm ve anlık  gündem değiştirme kavramlarının öne çıktığını anlarız. Bu dehşet verici bir ikiyüzlülüktür.
            “Demokratik” geçinen sevgili medyamızın da hemen bu “dolmuş”a binip, “idam cezası”nı heyecanla gündeme taşımasını da esefle izlediğimi itiraf etmeliyim... AB gereken olağan tepkiyi anında vermeseydi, Davutoğlu açıkça geri adım atmaya mecbur kalmasaydı, bu utanılası çıkış daha da ileri gidecekti. MHP’nin, bu cezanın “ayrılıkçı terör örgütü” için “dizayn” (!) edildiğini sanacak kadar gündem analizinden uzak olması ise, saflıktan öte ciddi bir bilinç kaybı ve sorumsuzluk ifadesidir.
            Sonuç mu? Benim gözümde terör operasyonu hazırlayan örgüt, insanları açlık grevine iten sözde siyasiler, ölüm cezasını tekrar ısıtmaya kalkan iktidarlar ve hatta cezaevi koşullarındaki bilinçli yetersizliklerle tutukluları ve hükümlüleri ölüme bile bile yollayanlar, aynı ölüm karanlığının başaktörleridir. Biz, ölümü değil, özgür yaşamı kutsamak için geldik bu dünyaya...


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

13 Kasım 2012 Salı

1881’DEN SONSUZA: MUSTAFA KEMAL SOYSUZLARA KARŞI! / Bedri Baykam / 13 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



             9 Kasım gecesi kanallar arasında geziyorum. Bir sürü şarlatan, bir sürü soysuz, ne dediği ne idüğü belirsiz, 10 Kasım vesilesiyle Mustafa Kemal aleyhine var güçleriyle atıp tutuyorlar. Topunun aklını toplasan belki bir serçeninki kadar eder ya da etmez.  Şaka yaptığımı sanıyorsanız sakın aldanmayın, ciddiyim. Ata’nın ömrü boyunca yaptığı hamleleri, attığı adımları birazcık bilenler, kalkıp “Atatürk faşist bir diktatördü” diyebilirler mi? Bugün yine bu bahtsızlara gereksiz bir yanıt vereceğimi sanmayın. 10 Kasım’da bu zavallılara fazla prim vermemek lazım. Onlara önce şunu söylemek istiyorum: “Çok ama çok ilginç ‘ezber bozan’ bir şeyler söyleyerek Atatürk’ü eleştiriyorum” zannediyorlar ya... Yok canım, fazla heyecanlanmayın. Çeyrek asırdır bu nankörlüğü sayısız insan kılıklı tip, TV’lerden yayıyor. Bugün her yaştan birçok zibidi, bu sefilliklerin altına imza atarken, bilsinler ki söylemlerinde (!) “orijinallik” hiç mi hiç yok! Onlar, yıllardır papağan gibi birbirlerinden duydukları malum “aşırimento” uydurma analizleri entel iki-üç kelime ile süsleyip büyük laf edermiş gibi ortaya sunan kara cahiller. Son 25 yılda “resmi tarih”e (!) karşı çıkmanın adı “farklı tarih okuması” oldu, kat ettikleri yol bu kadar! Ama içeriğe gelince sıfıra sıfır, elde var sıfır. Atatürk’ü kendi dönemi içinde değerlendirip onu bir demokrasi şampiyonu olarak alkışlayacaklarına, kafalarındaki hayali 21. yüzyıl şartlarıyla konuya bakıp O’nu diktatör ilan diyorlar! Bir insanın sıfatı “Profesör” veya “Gazeteci” olup da, kendisi nankör olabilir. Bunu anlayabilirim. Ama bir insan, nasıl kendi entelektüel düzeysizliğini bu kadar gönüllü olarak tescil eder, onu bilemem!
             Allahtan bu garibanlar dışında bir de vicdanlı, cesur, zeki, taş gibi önder aydınlarımız, yazarlarımız, sanatçılarımız var. Birçoğunu tanıyorsunuz. Sanatçılar Girişimi, bu yürekli sesleri dalgalandırarak yayıyor. Müjdat Gezen, bu aydınlardan, Türk halkıyla en çok bütünleşmiş isimlerden biri. Geçen hafta Gezen’in yazdığı senaryoyla sahneye koyduğu “1881-” isimli tiyatro oyununun galasına gittim. Ben de bu çalışmada yer alma onuruna erişmiş, şanslı bir dostuyum Gezen’in. Bu eserin müziklerini Zülfü Livaneli, dekorunu eşi Leyla Gezen, makyajını Derya Ergün, kostümlerini Aygül yaptı; afişini de ben gerçekleştirdim. Tabii ki hiçbir maddi karşılık beklemeksizin. Değerli dost Yılmaz Büyükerşen ise Atatürk’ün ölüm döşeğindeki mumyasını yapmıştı. Kendisi ve Uğur Dündar da galaya katılanlar arasındaydı. Gezen, halkımızı yurdun her yerinde kalbiden vuracak! İki saat boyunca keyifle ve sık sık gözüm yaşararak izledim. Mesela Atatürk’ün doğum sahnesi, efsanenin doğuş anı, çoğu zaman hiç üzerine düşünmediğimiz bir olgu. O küçük bebeğin ömrüne neler sığdıracağını, nasıl yetişeceğini, nasıl “bir halkın kaderini” değiştireceğini insan başka bir derinlikte iliklerinde hissediyor. Atatürk rolünde Ali Aziz Çölok çok başarılı bir performans sergiliyor; kendisini inançla izledik.
              Sahnede Gezen’den teşekkür plaketlerimizi alırken iki çift laf da ben ettim: “Bu eser günümüzde yüce Atatürk’ün izlerini silebileceğini sanan bahtsızların onca zavallı çabasının ortasında, daha da önemli hale geliyor. Bu nedenle katkılarını ortaya koyan herkese ve Gezen’e sonsuz teşekkürler. Bu arada bu malum zatlara karşı Atatürk’ün ne dediğini de duyuyorum: ‘Siz beni tanımıyorsanız ben sizi hiç tanımıyorum. Hatta tanımamanızdan gurur duyuyorum. Biz halkımızla bir yumruk gibi bütün olunca, hiçbir güç bizi durduramaz’”. Bu sözlerime şunu ekleyebilirim: “Mustafa Kemal’i tanımayan hiçbir siyasiyi veya hükümeti de bizim halkımız tanımaz!” Bizden naçizane hatırlatması!
           10 Kasım’da Sanatçılar Girişimi “Vardiya Bizde” grubuyla beraber Beşiktaş’ta Demokrasi Anıtı’nın önündeydiler. Milyonlarca insan o gün Anıtkabir’de ve diğer Atatürk anıtlarında görevini yerine getirirken Türk Ulusu’nun Cumhuriyetçi ışığını ve özgürlükçü ruhunu yansıtıyorlardı. Ben de Anıtkabir’deydim. Üniversiteli Fenerbahçelilerin (ÜNİFEB) binlercesi beraber sel olup aktı.  Çarşı’yı da fark ettim, birbirlerini alkışladılar. Aslanlı Yol’da yürümemi engelleyecek şekilde bana sevgilerini, dayanışmalarını bonkörce saçarak, her biri ayrı ayrı fotoğraf çektirmek için yolumu kesen o binlerce insana ne kadar teşekkür etsem azdır. Güvenlerine layık olmaya çalışıyorum demekle yetineceğim. Ne mutlu bana ki o duygusallık seli içinde beni ağlattıklarını fark edemediler. İnancımı ve kararlılığımı akıttım içime... Herkes bilsin ki bu Cumhuriyet yıkılmaz. Ortalığı fazla sallarlarsa olsa olsa bazıları göçük altında kalır, hepsi bu.

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

5 Kasım 2012 Pazartesi

PARDON? “AYDIN” MI DEDİNİZ? / Bedri Baykam / 6 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..




             Bir süredir ortalarda görünmüyorlardı. Hafif yüz kızarıklıklarıyla boğuşuyorlardı herhalde. Pek isim vermeme gerek yok. Aralarında ünlü yazarlar, aktörler, gazeteciler var. Tabii ki tamamen samimi hümanist duygularla aralarında bulunan Zülfü Livaneli gibi, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e olan bağlılığını kanıtlamış veya Orhan Alkaya gibi referandumda “hayır”  diyen birçok isimden söz etmiyorum. Kimleri kastettiğimi siz de anladınız, kendileri de... Baştan söyleyeyim: Bir kere şahsen “demokrat” olmadıklarını biliyorum! Aralarında uğradığım kanlı saldırıdan sonra bana ulaşmış kimse yok! “Hoşgörü, esneklik” teorileri, gazı kaçmış koladan beter palavralar.
          Vicdanı olan hiç kimse, hiçbir insanın ölmesini istemez. Şu anda cezaevlerinde yaşanan ölüm oruçları da tabii büyük sorun. Konuşulan bazı talepler çok haklı olsa da (cezaevi şartlarının acilen düzeltilmesi gibi), diğer bazılarının böyle tehditlerle sonuca ulaşması mümkün değil. Herhalde Öcalan, böyle hamleler yapıldı diye, halk deyimiyle, “villaya çıkmayacak”! Öncelikle genç insanları ölüm orucuna yollayarak siyaset yapmanın çirkinliğinden söz edelim! “İnsan bedeni üzerinden siyaset yapılmaz” sözü tartışılmaz. Bakın Kürt yazar İbrahim Güçlü’nün açıkladığı mektupta bir baba neler yazmış: “BDP yöneticileri ‘talepleri talebimizdir’ diyor. O zaman neden Öcalan hiç açlık grevine gitmedi? Kardeşleri veya BDP’li siyasiler neden buna katılmıyor? Yürüyüşlerine katılmıyorum, çünkü Apo için orada bulunmuş sayacaklar.” Farklı düşünen aileler var mıdır? Kesinlikle. Ama o zaman her ölüm orucunda, her talep kabul mü edilecek? Hukukla ilişkileri deprem geçiren bir ülkede bunun sonu nereye tırmanır? Cezaevlerinde yaşama koşullarının iyileştirilmesi ve tecrit cezasının sona erdirilmesi, tabii ki vicdanı olan her insanın ortak dileği, onu ayrı tutuyorum. Veya Türkçe bilmeyene başka dilde savunma hakkı verme talebini... Ama ana dilde eğitim bu şekilde şantaj konusu yapılamaz.
            Şimdi bu vesileyle gündeme tekrar “antre”lerini yapan “aydınlar”ımıza dönelim. Tabii kimse ölmesin, diyalog başlasın… da, size ne oluyor? Sizlerin (aynen farklı sebeplerden MHP gibi!)  bu ülkede yaşanan hiçbir zulüm hakkında ağzınızı açma hakkınız yok ki! 2010 referandumundan önce “Evet oyu verenler, bilsinler ki artık bu hükümeti hukuk önünde ‘sorgulanamaz’ konuma çıkaracaklar, güçler ayrılığının ölümünden sorumlu olacaklar” demiştik. Ee, peki ne oldu da uyanıverdiniz? Aklınız neredeydi, o ukala “yetmez ama evet” röportajlarında? Neredeydiniz, adım adım  “hibrid” (melez) demokrasi diye yıllardır uyardığımız “ara” rejime geçilirken? Şimdi bakın ister Ergenekon, ister K.C.K. sebep gösterilerek yazarlar hapiste çürüyor, Taksim başınıza yıkıldı, anıtlara çelenk koyma, Cumhuriyeti kutlama yasağı geldi (gerçi buna sevinmişsinizdir belki), Suriye savaşı kapıdan bakıyor, Baro başkanları hukukun vefatından söz ediyorlar ve gücü ellerine geçirenler meydanı boş bulmanın dayanılmaz keyfini yaşıyorlar. Kimin sayesinde geldi bu başıboşluk? Tabii ki sizlerin! O nedenle biraz geri açılın. Çünkü artık inandırıcılığınız kalmadı. AKP iktidarının biber gazlarından, hukuk tanımazlığından sorumlu olanlar, artık kendi ayıplarıyla yüzleşmek durumundadır!
             İnsanda biraz utanma olur. AB ile ilişkilerden 12 Eylül referandumunun sonuçlarına, laikliğin tehlikede olup olmadığından düşünceyi ifade etme özgürlüklerinin korunmasına kadar, iddia ettiği her şey yanlış çıkmış olanların artık yapabilecekleri tek şey, edepleriyle köşeye çekilip “Bizim devrimiz dolmuş, her dediğimiz hayat duvarına toslayıp paramparça oldu.” demeleri. Ama onlar kanıtlanmış iflaslarında bile hala medya maydanozluğu görevlerine devam etmek istiyorlar. Bu halkın artık kimsenin küstahlığını alttan alacak hali kalmadı! Şehitlerimizin acılarını paylaşmayan, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki çam deviren hukuksuzlukları görmezden gelen, 29 Ekim kutlamalarında yaşananlara hiçbir tepki veremeyen, hatta o kitlelere bıyık altından alay ederek bakmayı refleks haline getirenler, artık gündem dışıdırlar ve halkın içine çıkacak halleri kalmamışdır. Kendisini yurttaşlarından çok daha zeki sanan, milyonların Cumhuriyet ve Atatürkçülük bağlarıyla alay ederek küçülebilen “sahte aydınlara”  bu ülkenin, özellikle bu dönemde, ihtiyacı yoktur. 10 Kasım’da yüreğiniz yetiyorsa Ankara’ya gelin de, yok saydığınız halkınızla tanışın!  Günah çıkarmak için nereye gidecekseniz gidin, ama artık bu soytarılığa son verin.İstediğiniz kadar medyadaki paydaşlarınızla şov yapıp gündemi zorlayın, hiçbir deterjan lekelerinizi silemez...

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

29 Ekim 2012 Pazartesi

COŞKU, REZİLLİK, KARARLILIK / Bedri Baykam / 30 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..




29 Ekim için Ankara’ya sabah 03.00’de hareket edecektik. İlk haber 00.19’da geldi; Kemalist Gençlik dergisini çıkaran Şafak İnan kardeşim Avcılar’dan hareket edecek tüm otobüslerin polisler tarafından durdurulduğunu haber veriyordu. O andan itibaren acı gerçek  belirmeye başladı. Taksim’den, Kadıköy’den,  İzmir’den, Adana’dan aynı haberler geliyordu: Polis uydurma gerçeklerle seyahat özgürlüğünü fiili olarak kısıtlamıştı. Karayolunda önümüz kesildikten sonra, son anda uçakla gitmek gündeme geldi. Barikatlarla Ulus Yolu’nun kapatılacağı haberi üstüne bu alternatif de tıkandı.(Sabah Orhan Aydın’dan gelen mesajla bu öngörünün doğruluğu da maalesef kanıtlandı.). Önce telefon trafiği başladı, ardından da sosyal medya savaşları... Dünyada halkına, kendi Cumhuriyet kutlamasını yasaklamayı ve bunu “savaş” dönemi gibi “olağanüstü hal”e dönüştürmeyi “akıl edecek” bir başka ülke var mı? Hazmedemedikleri, ancak koltuklara oturanların hezeyanı olabilir. İnanmadıkları bir Cumhuriyet’in localarına oturanlar, yaşanan utanç verici sahnelerin sorumlularıdır.
Ankara’da yurtseverlere karşı uygulanan rezalet boyutunda “terörist”muamelesi olmasa toplanan kalabalık rahatlıkla iki-üç misli olacaktı... Tarih, kendi halkının yaşam suyunu, köklerini, onurlu duruşunu kesmeye çalışan bu iktidarı kesinlikle unutmayacak, tarihin utanç duvarlarında yerlerini alacaklar.
Ankara Valiliği, Anayasa’ya karşı, hukuka karşı gösterdiği tavırla açıkça suç işlemiştir. Bu, Cumhuriyet ve Atatürk’le ilgili “ilk sabıka”ları değildir. İktidar artık İsrail’den ve Esad’dan söz etme, onların “halklarına karşı işledikleri suçları” gündeme getirme hakkını toptan kaybetmiştir. Artık AKP İktidarı’nın “A la George Bush” tavırlarıyla “Ortadoğu’ya demokrasi getirecek model ülke olma” iddiaları, göstermelik makyaj gibi toptan akıp gitmiştir.
              CHP tüm kadroları ile AKP’nin yarattığı 29 Ekim krizine karşı doğru tavrı göstermiştir. CHP, coşku içinde 89. yılı kutlamak için Ata’sına koşan halkına sahip çıkmış, onun yanında yer almıştır. Kılıçdaroğlu, bu konuda önderlik ederek yakın geçmişteki bazı hatalarını telafi etmiş, bugün giderek artan kizde esas durması gereken noktayı iyi belirlemiştir.
29 Ekim krizi, MHP’nin “muhalifliği” konusunda hala ısrarlı olan kesimler açısından da ciddi yararlı olmuştur. MHP, bu krizde de sürekli yaptığı gibi her sıkıştığında AKP’nin yanıbaşında yer almaya devam etmiş, akıl almaz bir şekilde CHP’yi "Bazı sivil toplum kuruluşlarının Ortadoğu'daki bazı özentilere heveslenerek 'halk hareketi başlatıyoruz', 'halk yürüyüşü yapıyoruz' derken Türkiye’yi bir krize sokmaları ve bunu da bazı siyasi partilerin çok sıcak sahiplenmeleri doğru değildir.diyerek suçlayabilmiştir! Bu kimin haddi olabilir? Bu Cumhuriyet 89 yıldan beri kutlanır, daha sonsuza kadar da kutlanacaktır! İşte bu nedenlerle geçmişte, Çankaya krizinde, türban krizinde ve birçok örnekte de olduğu gibi yine AKP’ye kritik anda omuz vermiş bir MHP’yi  gördükten sonra, bu Parti’yi hala “muhalefet alternatifi” olarak sunmakta direnenler, bir daha ki seçimlerde bu yönlendirme hatasını y umarım yapmazlar! Sözüm bu ısrarlı hatayı yıllardır göz göre göre yapmış olan bazı Kemalistler ve Sosyalistlere... “Muhafazakar, sağcı, dindar” bir parti olduğunu ısrarla söyleyen MHP’yi isteyen desteklesin. Ama neye destek verdiğini bilerek: Mesela dün yaşanan o şiddet görüntülerini ve halkını karşısına alan bu hükümeti unutmadan! Bunları bile bile oy vereceklerse bu onların bileceği iş!
Son sözüm Sivil Toplumcular’a: Ülkenin içinde bulunduğu durumu A’dan Z’ye biliyorsunuz. Artık “Benim partim yok”, “Parti bayrağı olmasın”, “Biz kimseyi desteklemiyoruz” gibi sıradan ve zeka pırıltısı içermeyen sözleri bıraksınlar. Çünkü bu iktidari seçimle devirmekten başka seçenek olmadığına göre, AKP’yi yerinden oynatma ihtimali olan tek siyasi partiyi “Herhangi bir siyasi oluşum” olanak görüp mesafeli durmayı bıraksınlar. Çünkü bu “duruş”un ne fiili siyasi açıdan, ne matematiksel veya mantık açısından elle tutulur bir yanı kalmadı! Ana Muhalefet Partisi’ni en çok eleştiren tartışmasız iki-üç kişiden biriyim. Ama bir Parti’yi düzelmesi için eleştirmek başka, yok etmek istercesine saldırmak başka. Bu nedenle eleştirdiğiniz Parti’ye girin, mücadeleyi orada verin ve onu doğru yörüngeye çekin. Yoksa bu iktidara karşı yaptığımız eleştirilerin gram değeri kalmaz. Bir dahaki seçimlerden sonra ağlamak istemiyorsanız, şimdiden gereğini yapın diyerek Bağdat Caddesi’ndeki kutlamalara koşuyorum!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

22 Ekim 2012 Pazartesi

SAY’DAN ERGENEKON’A, “ORTAÇAĞ” MAHKEMELERİ / Bedri Baykam / 23 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi



            21. yüzyıl, biz Türk yurtseverlerine farklı sürprizler yaptı. Uzay çağına giriyoruz derken Ortaçağa geçiş yaptık. Dünya, zaten utanç verici din-ırk savaşlarının ortasındayken bu yüz kızartıcı çöküşlerin merkezi Emperyalizmin kontrolünde gelişen başka bir girdaba kapıldık. Bundan 13 uğursuz yıl önce, irticanın kahpe kurşunları dostum, büyük insan Ahmet Taner Kışlalı’yı aramızdan almıştı. Bugün ise artık “irtica” diye bir kavramın olmadığını MGK’ya (!) kabul ettirip, yobazlığı yok sayanlar, anti-laik Türkiye’yi dizaynında geçmişle tüm ilişkilerimizi koparmaya çalışıyorlar.
             Ortadoğu’da bize biçilen hacivat-karagöz rolünü iyi oynayabilmek için ülkenin altını üstüne getiren İktidar, neye saldıracağını şaşırdı.  Q klavyeden kürtaj haklarına, ilkokul yaşından hayvan besleme şartlarına (!!) kadar  yaşamın tüm odaklarını hedef alan Hükümet, sanki bu senaryonun “beyin merkezleri”nden alınmış  “tavsiyeler” doğrultusunda çalışıyor. Ankara’da  1.Meclis, Ulus Meydanı ve çevresindeki yapılardan ve Istanbul’da Taksim Meydanı’ndan kurtulmak için “kentsel dönüşüm projesi” adını verdikleri saldırı planını uygulamak üzere her hazırlığı yaptılar. Bu arada 30 Ağustos Zafer Bayramı için uydurulan “Atatürk Anıtlarına çelenk koyma yasağı”ndan sonra, sıra 29 Ekim için Cumhuriyetçilere “Yürüyüş yasağı”getirilerek, halkın Atatürk sevgisini törpüleme arzusu ayyuka çıkarıldı. Demokrasi kelimesini tüm anlamlarıyla ıskalamış olan toplumumuz ise, bu uygulamaları, hafif homurdanmalarla gelen bahtsız şikayet seanslarıyla geçiştirmeyi deniyor!
             Fazıl Say davasını medyadan izlediniz.Binbir güçlükle duruşma salonuna sızabilmiş 50 şanssızdan biri oldum. Bu dönemin yüz kızartıcı davalarından biri Say’ınki. Aynen Ergenekon, Balyoz ve Odatv davaları gibi, niçin açıldığı belli olmayan, kamu vicdanını yaralayan, insana “pes” dedirten bir dava. Bunu normal bir ülkede kime anlatsanız inanmaz, ilgi toplamak için söyleniyor zanneder.
            Twitter’da Ömer Hayyam’a atfedilen sözler (milyonuncu kere basıldıktan sonra) insanlar tarafından tweet ediliyor. Fazıl’da bunu takipçilerine yolluyor. Ve bu dizeleri onlarca yıldır yayınlayan,  tweet edenler değil, Say, cımbızla çekilerek dava ediliyor. Hem de ne dava! Say, iddianameyi ve karşı tarafı dinlerseniz, sanki Türkiye’deki tüm toplumsal gerilimin tek sebebi!
Fazıl tabii ki üzgün,  yorgun. Sıkıntılı gözlerle çevresine bakıyor ve “Kim bu adamlar, ne işim var benim burda?” der gibi gözleri dalıp gidiyor.
Tabii bu absürd davanın dialogları kimi zaman sıcak atışmalar eşliğinde geçiyor. “Şikayetçi”lerden biri “Gerekirse Fazıl Bey’e Allah’ın varlığını ikna da ederiz; kanıtlarıyla ortada” deme cüretini göstererek, “laik” hukuk düzeninden ne kadar uzaklaştığımızı tescil etmeye kalkışıyor. Salondan gelen tepkiler sonunda, duruşmanın izleyicisiz yapılma taleplerini mahkeme red ediyor...
Ertesi gün Ergenekon davası için Silivri’ye gittiğimizde nihayet cezaları (!) biten Özkan ve Balbay’la uzaktan “kucaklaşabiliyoruz. İzleyicilerle aralarındaki mesafeyi uzatmışlar! Ayrıca artık avukatlarıyla  belge alışverişi yapamıyorlar. Yayıncı  Ali Özoğul, Özkan ve Balbay kadar şanslı değil:
Bana yazıp avukatı ile iletmeyi başardığı muktubunda durumunu şöyle özetliyor:
“Mahkema başkanı ve üyeleri ile eskiden beri çok iyi tanıştıkları tanık kürsüsünde ifade eden Bülent Orakoğlu isimli şahsiyete soru sormak için söz istedim diye salondan zorla çıkartıldım. Sırf bu nedenle sonsuza kadar duruşmalara katılmam yasaklandığı gibi birde, duruşma düzenini bozduğum gerekçesi ile  Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundular.”
O davada sonra neler mi oldu? Bir “gizli tanık” sesi değiştirilerek salona kameralarda “antre”sini yaptı. Yemin etti! Adı, sanı, sesi olmayan o yemin ne işe yarar diye bakakaldım. Bir de daha önce neler söylediğini hatırlamadığı için, ifadesinin okunmasını istedi. Konuşan adamın diliyle, okunan metin arasında uçurum vardı. En alakasız şekilde aşırı sağcı Ecevit isimli bir zatın PKK-DHKPC ve güvenlik güçleri arasındaki zigzaglarını çelişkilerle anlattı. Bu arada 2008 sonuna kadar temasta olduğu “Ecevit”i, kamera salonda gezerken hemen tanıyıverdi (!) Fakat şansa bakın ki o da, 2007 den beri tutukluymuş! Böylece senaryo tutmadı, yandaşlar “terörist teşhis edildi” manşetini patlatamadılar. Öğlen arasında Tuncay’a sordum: “ bunların sizinle ne ilişkisi var, ben mi anlayamadım,“link” nerede” dedim. Tuncay kahkahalarla güldü: “Link filan yok. Saçmalık burda zaten” dedi. Fesupanallah! Devran dönmeye devam ediyor...

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..