27 Şubat 2011 Pazar

Bedri Baykam'ın "İçim Parçalanıyor" sergisi Ankara'da..


Bedri Baykam'ın İstanbul'da büyük ilgi gören "İçim Parçalanıyor" sergisi CKM (Caddebostan Kültür Merkezi) ve Piramid Sanat'tan sonra şimdi de 1-31 Mart 2011 tarihleri arasinda Ankara Çankaya Belediyesi Galeri Kara'da sanatseverlerle buluşuyor.

Açılış: 1 Mart 2011 Salı
Saat: 18.30
Yer: Galeri Kara - Mithatpaşa Cad. No 48 Kızılay / Ankara
Tel: 0312 433 12 35

26 Şubat 2011 Cumartesi

Fener’i Volkan ve Alex kurtardı / Bedri Baykam / Fotogol yazisi..

Fener’i Volkan ve Alex kurtardı

FENERBAHÇE skora bakılırsa Kasımpaşa’yı net bir şekilde yendi ve ligde 7. galibiyetini alarak şampiyonluk iddiasını sürdürdü. Ama oynanan futbola bakarsak sarı-lacivertliler ciddi anlamda tehlike sinyalleri verdiler.
Günün belki de tek tesellisi kötü oynayarak da kazanabilmiş olmalarıydı.
Kasımpaşa maçın başından itibaren sahada çok iyi yer tutarak sarı-lacivertlilere kenar akınları geliştirecekleri hiçbir alan bırakmadılar. Rakipleriyle neredeyse "korakor" mücadele eden Kasımpaşalılar, Fenerbahçe'nin 6 haftadır süren hızını kesmeyi başardılar.
Fenerbahçe ilk yarım saat dolduğunda kapıyı kilitli bulduğu için panik içinde çilingir arayan ev sahibi konumundaydı!
Allah’tan 32. dakikada Alex tam kendisine uygun noktada oluşan frikiği beklediğim çatala asarak yine klasını konuşturdu. Bu arada Fenerbahçe’de sürekli aksayan orta saha isimlerine devrenin son dakikasında bir de Yobo’nun 5 saniye arayla yaptığı 2 amatörce hareket eklendi ve hakem haklı bir penaltıya karar verdi. O anda da, dün akşamın tartışmasız yıldızı olan kaleci Volkan klasını konuşturarak köşeye giden topu mükemmel çıkardı.
İkinci yarıda Fenerbahçe’nin evlere şenlik üzerinden şaşkınlık akan hali daha da ayyuka çıktı ve üst üste pas hataları seyircilere soğuk terler döktürdü. Buna karşın takım en kötü oynadığı dakikalardasarı-lacivertliler bir anlık Niang-Dia verkaçıyla beklenmedik bir gole daha kavuştu. Maçın geri kalan kısmı, her türlü yaratıcılıktan uzak bir Fenerbahçe ve ondan farklı olmayan teknik direktörünün sıkıntılı anları olarak geçti.
Aykut doğru isimleri sahadan çıkardı ama yine Stoch ve Semih’i oynatmama inadını sürdürdü.
Dün maçı Volkan ve Alex kurtardılar ama Gökhan Gönül, Santos, Topuz, Emre, Dia, Niang ve hatta Selçuk ve Yobo beklentilerin altında kaldı.
Umarım Aykut oyuncularıyla bu maçı 2-3 kere analiz edip oyunun eleştirisini ve kendisinin eleştirisini yapmayı başarabilecek... Çünkü Gençlerbirliği böyle bir Fener'i affetmez...

25 Şubat 2011 Cuma

-UPSD BASIN BÜLTENİ-

MEHMET AKSOY'UN "İNSANLIK ANITI" NEDEN YIKILAMAZ!

PANEL 23 ŞUBAT 2011

Kars’ta Heykeltraş Mehmet Aksoy'un yaptığı "İnsanlık Anıtı" adlı eserin Başbakan tarafından "Ucube" diye tanımlanması ve ardından Belediye tarafından yıkım kararı alınmasına karşı
23 Şubat 2011’de bir panel düzenlendi. UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği), tarafından Beşiktaş Belediyesi Akatlar Kültür Merkezi'nde düzenlenen "Mehmet Aksoy'un İnsanlık Anıtı Neden Yıkılamaz" başlıklı panele Sinema Oyuncusu Tarık Akan, Heykeltraş Mehmet Aksoy, UPSD Başkanı-Sanatçı Bedri Baykam, Öğretim Görevlisi-Mimar-Yazar Oktay Ekinci, Tiyatrocu Müjdat Gezen, Kültür Eski Bakanı ve CHP Parti Meclisi Üyesi Ercan Karakaş, Avukat Turgut Kazan, Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu ve Müzisyen Fazıl Say katıldı. Heykeltraş Prof. Meriç Hızal ve ICOMOS’tan Prof. Dr. Cevat Erder de düşüncelerini paylaştılar.

Panel, Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Başkanı Sanatçı Bedri Baykam'ın açılış konuşması ile başladı.

BEDRİ BAYKAM: “DÜNYANIN TÜM TAPULARI BİR NEFES ÖZGÜRLÜK ETMEZ!”
"Bir anıtın yaşamını, bir sanatçının ifade özgürlüğünü savunmak ve her birimiz için özgürlüğü
ve özgür yarınları savunmak için bir araya geldik. Özgürlük beynimizin ruhumuzun
oksijenidir. Dünyanın tüm tapuları bir nefes özgürlük etmez.

Bu anıt ile ilişkim 3 yıl önce Cumhuriyet'te makalem ile başladı. “Ucube” krizi ile bir ilişkisi yok.

Estetiği, temsil ettiği değerleri ve sanatçının içine kattığı felsefeyi sevdiği için biz İnsanlık
Anıtı'na sahip çıkıyoruz. Türk aydınları, Türk sanatçıları, her kesimden sanatçılar 'İnsanlık
Anıtı'nın ve Aksoy'un yanında. Demokratik kitle örgütleri yanımızda... Bu çok güçlü bir ses.

Korkuyu yok saymak bizi korku ortamına taşımak isteyenlere gülerek yaklaşmak sizi bu
psikolojik harekatla sindirmeye çalışanlara karşı en büyük silahınızdır."

FAZIL SAY: “KARA TOPRAK” ADLI ESERİNİ SESLENDİRDİ.
Panel öncesi kısa bir konuşma yapan Fazıl Say, " Biz burada toplanan bir avuç insanlar sanat düşmanlığına antidemokratik tutuma karşıyız" dedi. Say, kısa konuşmasının ardından kendini ve duygularını en iyi ifade ettiği şeyin müzik olduğunu ve protestosunu bu şekilde yapacağını dile getirerek, "Bu heykel yıkılması kararına protesto olarak ve bir güzel heykele dayanışma hissiyatı olarak tek bir parça çalacağım. Aşık Veysel'in 'Benim sadık yarim kara topraktır' türküsü üzerine kendi bestelediği 'Kara toprak' adlı piyano parçasını seslendirdi.

MEHMET AKSOY: “ŞU ANDA YARIM BİR MELODİDEN SÖZ EDİYORUZ.”
Say'ın mini konseri ardından başlayan panelde konuşan Mehmet Aksoy, mekan seçiminin bir heykele başlamada en önemli şey olduğunu kaydederek, "1800'lerden beri her 20 senede savaş görmüş bir yerdir Kars. Ben bu yerden, o insanların, şehitlerin anısına aslında bir barış anıtı yükseltmek istedim. Heykel nedire gelelim buradan çıkıp. Heykel, bir tasvir değildir, üç boyutlu bir fotoğraf değildir. Heykel, gerçekten bir form sanatıdır. Ben orada sanki herkesten
habersiz, gizlice bir kaçak yapı mı yaptım?" diye konuştu. Aksoy sözlerine şöyle devam etti: "Savaş görmüş bir yerden bahsediyoruz. Ölen insanların, şehitlerin anısına 'Barış Anıtı'
yükseltmek istedim. Burası savaşa şahit olmuş topraklardır. Yer doğrudur.

Yarım bir melodiden söz ediyoruz. Senfoni olabilecek bir şeyin yarım kalmış melodisinden...

Ortadan ikiye ayrılmış, karşı karşıya konmuş kendi kendine düşman edilen iki figür aslında
ölenlerin anısına dikilen bir mezar taşı havasındadır aynı zamanda... ölüm kokar. Mezar taşı
alıntıları vardır. Aradaki boşluk önyargılar, düşmanlıklar, kinler, intikam duyguları ve bu
aramıza giriyor. Aramızdaki o boşluktan duvar oluşuyor. Altta bir vicdan var mesela... Bütün
bu savaşların acısı insanlık vicdanında saklıdır. Acının gözyaşları var. O acının gözyaşları
yaptırılmıyor. Vicdan yok. Vicdansız şu an heykel..."

MÜJDAT GEZEN: “HEYKEL YIKAN İKTİDARLARA İYİ BAKILMAZ.”
Panelin diğer bir konuşmacısı olan ancak panele katılamayarak, yolladığı kayıtla konuşmasını yapan Sanatçı Müjdat Gezen de, "O heykelin orada kalması ve orada dimdik ayakta durması gerekiyor. Çünkü, heykel yıkan iktidarlara iyi bakılmaz, tarihte bu şekilde kalmak hiçbir iktidara hayırlı olmaz” dedi. Gezen sözlerine şöyle devam etti. "Herhangi birinin veya bir Başbakan'ın bir heykeli beğenip beğenmeme hakkı kendisine ait bir şeydir. Beğenmediği şeye ucube dediği zaman durup düşünmek lazımdır, daha önemli maddesi ise 'yıkın bunu' demesi iki kere düşünülmesini gerektiren bir konudur. Çünkü bu demokrasilerde çok rastlanan bir şey değildir. Demokrasiler karşı fikirlere de tahammül etme hoşgörüsüdür. O heykelin orada dimdik ayakta kalması gerekiyor. Demokrasi çok sesliliktir. Bu heykelin yıkılmasının tamamen karşısındayım."

TARIK AKAN: “BU ILIMLI İSLAM” DAYATMASINA KARŞI TÜM YURTSEVERLER DİRENECEK.”
Tarık Akan da, " Sinema oyuncusu olarak ülkemde sürekli olarak bir mücadele veriyorum. Tüm bu yaşananlar ve ucube lafı tamamen Atatürk'ün laik anlayışına karşı düşüncenin bir kültür yapısının cevabıdır" dedi. Akan “bu ılımlı İslam” dayatmasına karşı tüm yurtseverlerin direneceğini söyledi. Panelin sonunda yönetmenliğini Tarık Akan’ın, Mehmet Aksoy için yaptığı belgesel kısa film gösterildi.

OKTAY EKİNCİ: “MEHMET AKSOY İZİN VERMEDEN ANITA BİR FİSKE BİLE VURAMAZLAR.”
Oktay Ekinci de, yasal olarak bu anıtın yıkılmasının mümkün olmadığını ifade ederek, "Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince de mümkün değildir. Mehmet Aksoy izin vermeden anıta bir fiske bile vuramazlar. Sit alanı ve benzer ilişkiler açısından da mümkün değil. Fizik olarak da mümkün değil" diye konuştu. Ekinci ayrıca o alanı yıllar önce Aksoy için seçen komisyonun içinde yer aldığını hatırlattı.

ERCAN KARAKAŞ: “SALDIRI “DEMOKRASİYE VE HUKUK DEVLETİNE”
Ercan Karakaş ise, konuya ilişkin toplantıların birçok şehirde yapılması gerektiğini vurgulayarak, "Bunu unutturmamamız gerekir. Çünkü, burada yalnız sanata ve sanatçıya bir saldırı yok. Bence aynı zamanda demokrasiye de, hukuk devletine de bir saldırı var." diye konuşmasını tamamladı.

EYÜP MUHÇU: “BU ESER İNSANLIĞIN ORTAK MALI, KAMU MALI HALİNE DÖNÜŞMÜŞTÜR.”
Eyüp Muhçu ise “Mehmet Aksoy, telif hakkı yaratıcısı olmasına rağmen bu eser insanlığın ortak malı bir kamu malı haline dönüşmüştür. Kars’ta yapılmış olmasına rağmen bu sadece Kars’ın değil, bu anıt Türkiye’nindir. Bu tartışmalar aslında bunun teyidi anlamına gelmektedir.

Heykel ile ilgili bir yıkım süreci bu siyasal gerici, şoven anlayışın deşifre edilmesi açısından da bir kazanım olarak değerlendirilmelidir. Başbakan Ucube nitelemesini yaparken, aslında kendi yarattığı pek çok Ucubelerin olduğunu da bu toplumun bilmesi gerekir.

Cumhuriyet mirasına karşı bir tutum olduğunu da birlikte tespit etmemiz gerekiyor.

Kars Belediye Meclisi’ndeki anıtın yıkılması yönünde evet oyu veren meclis üyelerini kamuoyu önünde kınıyorum.” diyerek düşüncelerini paylaştı.

AV. TURGUT KAZAN: “BARIŞ ÇAĞRISINA HAYIR DENİLİYOR.”
Mehmet Aksoy’un avukatı Turgut Kazan ise olaya hukuki yönden bakarak şunları söyledi: “Bu bir demokrasi mücadelesinin önemli bir başlangıç noktası olabilir.

Mart 2006’da Belediye ile yapımcı Mehmet Aksoy arasında yapılmış bir sözleşme var. O sözleşmede anıtın hangi parsele yapılacağı, ne amaçla yapılacağı, barış kurgusu altı çizilerek ve yüksekliği de belirtilerek bir sözleşme yapılıyor.

Koruma kurulu kararınca burası sit alanı değil. Sit alanında kaçak katları olan otel var ve oteli Başbakan açıyor.

Barış çağrısına hayır deniliyor.”


Panel’e ilgi şaşırtıcı boyutlardaydı ve Akatlar Kültür Merkezi doldu, taştı. Olağanüstü bir coşku içinde geçen panel, Türk sanat ortamının bir yekpare güç olarak Aksoy’un yanında olduğunu gösterdi. Sanatın gücü bu birliği sağlayarak dosta, düşmana mesaj vermiş oldu.

22 Şubat 2011 Salı

SN. KILIÇDAROĞLU'NA AÇIK MEKTUP / Bedri Baykam / 22 Şubat 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

            SN. KILIÇDAROĞLU'NA AÇIK MEKTUP / Bedri Baykam

            Sn. Kılıçdaroğlu, zor bir tarihi dönemde, kamuoyu ve Partililerin desteğiyle CHP Genel Başkanı oldunuz. Çalışkanlığınız,sükûnetiniz, sadeliğiniz ve dürüstlüğünüzle size umut bağlayanlara ışık saçtınız. Ardından gelen süreçte, her insan gibi hatalar yapmış olabilirsiniz. Her meslekte herkesin başına gelebilecek yoruma açık "yol kazaları"... Ancak bazı konular tekrar edilemeyecek kadar kritik bir eşiğe geliyorsa, bunları hatırlatmak görevimiz.
            10 gün kadar önce şu demeci verdiniz: "Her şey daha kötüleşecek, bizler için de, siz gazeteciler için de. Baskı daha da artacak. Mesela bazılarınızın dokunulmazlıklarını kaldırıp içeri atmaya çalışabilirler. Önce CHP'liler sonra da bazı gazetecileri içeri atacaklar. En son, sıra halka gelecek. En son sıra halka gelecek ama iş işten geçmiş olacak."
            Sn. Kılıçdaroğlu, bu sözleri hangi halet-i ruhiyede söylediniz, onu ancak siz bilirsiniz. Ama sizden önemli bir ricam var: Bir daha lütfen hiç bir zaman bu şekilde konuşmayın. Çünkü siz Mustafa Kemal Atatürk'ün koltuğunda oturuyorsunuz.
            Sn. Kılıçdaroğlu, iyi niyetle kullandığınız ama umutsuzluğa düşmüş insan havası veren bu sözleri, bir gazeteci, bir esnaf, bir vatandaş söyleyebilir. Ancak CHP Genel Başkanı böyle konuşamaz. Siz, tam tersine, bu ülkenin yurtseverleri için bir çıkış yolu bulmak durumundasınız. Lütfen odanızda yalnız kaldığınız bir anda etrafınıza dikkatlice bakın. Hatta özellikle 1919-1938 arası Mustafa Kemal ve arkadaşlarının neler yaşadıklarını tekrar gözden geçirin. Bir tarihçi gibi değil, bir dünya devinin yaşadıklarından strateji çıkaracak  zeki bir analist olarak araştırın lütfen o yılları...
            Bu günlerde herkesin, moda söylemlerle hükümetten derin destek alarak pervasızca eleştirdikleri yakın tarihimize bakalım dikkatlice: Kimin aklına geliyor, kendini Atatürk'ün veya CHP'nin yerine koymak? Menemen, Dersim, 27 Mayıs, 68 Kuşağı, Sivas, 28 Şubat, utanmadan sıkılmadan, herbiri aynı çorbada, yüzsüz yorumcular tarafından Ergenekon'a bağlanıp kamuoyu oluşturmada yutulur lokma haline getiriliyor. Bu arada kimsenin aklına şu basit soru gelmiyor: Her yıl coşkuyla kutladığımız bu Cumhuriyet, neler pahasına kurulabildi? Bu Cumhuriyeti sanki başından beri herkes destekledi mi? Kanlı isyanlar bastırılırken, televizyonlardan "Halka sesleniş" programlarında (!) "lütfen böyle şeyler yapmayın, ayıp oluyor" mu denecekti? Ama eleştirileri getirenler "Zaten bu ucube Cumhuriyet neden kuruldu ki" diyorlarsa, ona bir diyeceğim yok. Ancak o zaman tutarlı olurlar! Onlar bile anlayışla karşılanabilir kendi düşman mantıklarında. Ama bu Cumhuriyeti ve nimetlerini kabul edip, nasıl kurulabildiğini unutanlar, bu hafıza kaybını izah edemezler.
            Sn. Kılıçdaroğlu, "dokunulmazlıklarımızı bırakalım, bizi de alın" diyemezsiniz. Tam tersine "biz varız, hiçbir haksızlığa izin vermeyiz, arkamızda halkın gücü var" demek durumundasınız. "Hele bu baskı ve şiddet demokrasiyi dibe vurdursun, o zaman herkes anlar, sonra kurtuluruz" gibi düşüncelere de kapılmayın! AKP demokrasiyi bitirecek nihai hamleleri yapabilirse, bunun geriye dönüşü asırlar sürer!
            Sn. Kılıçdaroğlu, mühim olan bir komployu görmek değil, onu bozabilmektir. Siz seçeceğiniz yöntemle özgür demokrasi ve laik Cumhuriyeti yok etmeye kararlı bir komplo varsa, onu alt etmek zorundasınız. Sıfatınız bunu gerektiriyor. Siz “Atatürk gibi düşünüp” bir çözüm bulmak durumundasınız. Güçler ayrılığı konusunda, benzer krizlerin yaşandığı ve yakından tanımadığınız 1950-1960 arası süreci de iyice araştırın. Bu konudaki demeçlerinizden bu gereksinimi hissediyorum. O deneyimleri bizzat içinden yaşamış Alev Coşkun, Nurettin Sözen, Yekta Güngör Özden, Vural Savaş, Orhan Birgit ve tabii Deniz Baykal gibi ağır toplarla bir araya gelirseniz, bugünkü çalışma arkadaşlarınızın doğal olarak tecrübe eksikliğinden size gösteremedikleri çözüm yollarının neler olabileceği konusunda bir beyin fırtınası yapmış olursunuz. Bu yöntemle, daha olumlu ve halka güç verecek bir hat oluşur.
            Siz Kuvayi Milliye'den gelen aydınlanmacı bir büyük halk hareketinin önderi konumundasınız Sn. Kılıçdaroğlu. “Sitemkar teslimiyetçilik” sizin siyasi söyleminizde yer alamaz. Demokrasinin nefes yolları tıkanırsa, gerekirse 24 saat, veya 24 gün Kızılay'a iner "oturma" eylemi yaparsınız, gerekirse Parlamentodan topluca istifa edersiniz... Ama ne olursa olsun, "umutsuzluk söylemi"nin mesajlarınızda yeri olamamalıdır.
            Laik-demokrat basının “Bir duyum aldık, beş gazeteci daha tutuklanacak" şeklinde, sanki bu faşist uygulamalara kamuoyunu alıştırırcasına davranma saflıkları, baskı sahiplerinin arzu ettikleri tuzağa düşme sorumsuzluğudur! Siz, tam tersine bu daralan çemberi redederek kıracak TEK kişisiniz... Medyadan işe başlayarak bu baskıların üstüne gidip teşhir ederek, dünyaya anlatmalısınız. Demokrasi mücadelesini kazanmaktan başka hiçbir seçeneğiniz yok. Bundan sonra bu konuda hassasiyet göstererek, toplumu toparlayacağınıza ve özgürlüğün geleceğine sahip çıkan yeni bir çehreyle Türkiye’nin karşısına çıkacağınıza eminim. Aydınlanmanın tüm coşku ve dayanışmasıyla, saygılarımla...

MEHMET AKSOY’UN “İNSANLIK ANITI” NEDEN YIKILAMAZ!

ACİL PANEL DAVETİ!

MEHMET AKSOY’UN “İNSANLIK ANITI” NEDEN YIKILAMAZ!

UPSD'NİN 23 ŞUBAT 2011 PANELİ

Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği'nin düzenlediği MEHMET AKSOY’UN “İNSANLIK ANITI” NEDEN YIKILAMAZ! isimli panel İstanbul'da gerçekleşecektir. Ankara'da olanlar için canlı internet bağlantısı kurularak panel Türk Hukuk Kurumu'nda izlenebilecektir. Katılmanız dileğiyle…

UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği), 23 Şubat 2011 Çarşamba günü saat 14:00 – 16:30 arası, Beşiktaş Belediyesi Akatlar Kültür Merkezi’nde “Mehmet Aksoy’un İnsanlık Anıtı Neden Yıkılamaz” başlıklı bir panel düzenliyor. Mehmet Aksoy’un yapıtının neden yıkılamayacağını etik, sanatsal, hukuki ve siyasi boyutlarda ele alarak inceleyecek olan bu panel, Türk entelektüel ortamının çeşitli disiplinlerden yetkin isimleri bir araya getirecek.

Yöneten:

Bedri Baykam (UPSD Başkanı - Sanatçı)



Konuşmacılar:

Tarık Akan (Sinema Oyuncusu)

Mehmet Aksoy (Sanatçı - Heykeltraş)

Oktay Ekinci (Öğretim Görevlisi - Yazar - Mimar)

Müjdat Gezen (Tiyatrocu)

Ercan Karakaş (Kültür Eski Bakanı- CHP PM Üyesi)

Av. Turgut Kazan (Avukat)

Eyüp Muhçu (Mimarlar Odası Başkanı)

Fazıl Say (Müzisyen)

Prof. Celâl Şengör (Jeolog)





Bütün sanatsever aydınların, sanatçıların, halkın ve sivil toplum örgütlerinin davetli olduğu panel, sanatın en tehlikeli şekilde siyasetin içine çekildiği günlerde gerçekleştiriliyor...

Türk sanat ortamı, Mehmet Aksoy'a destek olarak, hangi gerekçelerle "İnsanlık Anıtı"nı korumak için dayanışma içinde olduğunu kamuoyuna açıklıyor...




Düzenleyen: UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği)

Yer: Akatlar Kültür Merkezi

Tarih: 23 Şubat 2011, Çarşamba

Saat: 14:00 - 16:30

Detaylı bilgi için; Safiye Mine: 0532 4056724



Bedri Baykam

Başkan



UNESCO - AIAP Türkiye Ulusal Komitesi

Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Yönetim Kurulu



Bahri Genç

Safiye Mine Erdurak

Berna Erkün

Hülya Küpçüoğlu

Melik İskender

Murat Havan

20 Şubat 2011 Pazar

ORDİNARYÜS PROFESÖR ALEX ’İN ZAFERİ / Bedri Baykam / Fotogol yazisi


 
YİNE unutulmaz bir Beşiktaş-Fenerbahçe maçını yaşadık! İki ezeli rakibin tarihine geçti bu maçda... Alex, eminim Lefter’in de onayıyla “ordinaryüs profesör” lakabını Lefter ile paylaşmaya hak kazandı! Duyduk duymadık demeyin ey dostlar, ey düşmanlar!! Fenerbahçe böylece büyük kaptanın hat-trick yaptığı maçta 2. yarıda 5’te 5 yaparak bütün ilk yarıdan taşan tüm hesapları sırayla kapatmaya devam etti. Acaba Alex ve Kocaman ı takımdan atmaya çalışanlar günah çıkarma seansları düzenleyecekler mi?
Bu maçı 3 tane eşit yarım saate ayırarak değerlendirmek lazım. İlk yarım saat, maçın ortası yani ikinci yarım saat ve son yarım saat… Beşiktaş’ın oyunda dengeyi sağladığı ikinci yarım saat dışında ilk ve son yarımşar saatler Fenerbahçe’nin akıl almaz bir üstünlüğü ile geçti. Kötü havaya rağmen herkesin derbi keyfini tekrar iliklerinde hissettiği maç, son derece hızlı ve güzel başladı. Fenerbahçe, Alex’in ilk duran topundan beklenilen golünü attıktan sonra Niang ve Dia, süratl ikanat futbollarını Rüştü’nün mükemmel oyunu ve direkler yüzünden gole çeviremediler.Özellikle Dia-Santos diyalogu, Beşiktaş ın sağ kanadını çökertti. İlk yarım saat biterken Fenerbahçe şov yapmaya başlamıştı ve taraftarlar kaçan golleri hesaplamakla meşguldüler. Ama 30. dakikadan itibaren Fenerbahçe orta sahası bir konsantrasyon bozukluğu yaşadı ve Beşiktaş dengeyi buldu. "Atamayana atarlar" kanunu burada işledi yine. Geliyorum diyen gol 44. dakikada Ekrem’in imzasını taşıyordu ve mükemmel bir vuruştu.
2. yarıda Toraman ın golünde Volkan ın hatas yoktu. 60. dakikada Volkan, Almeida karşısında yaptığı muhteşem kurtarışla maçı çeviren adamdı. Ferrari’nin Lugano’ya serbest güreşle yaptığı ilk penaltısını görmeyen hakem, hem de pozisyon geçmişken ikinci100% penaltıyı gördü ve maçın kırılma anı yaşandı. Maçın geri kalan kısmı bir tarihi Alex resitalinden ibaretti. Sarı-Lacivertliler son dakikalarda pas rekoru kırarak güle oynaya zafere ulaştılar. Şayet Aykut sahaya Özer yerine Semih’i sürseydi Fenerbahçe rahatlıkla 6 golü bulurdu Neyse hepsi laf-i -guzaf.. Tebrikler Fenerbahçe!.

15 Şubat 2011 Salı

SİYASET / SANAT: TARİH NASIL YAZILIR? / Bedri Baykam / 15 Subat 2011 Cumhuriyet makalesi..


           SİYASET / SANAT: TARİH NASIL YAZILIR?                             Bedri Baykam

            Mısır'da Tahrir Meydanı’nda yaşanan olayları aktarırken, çoğu zaman spikerler "Tarih gözümüzün önünde yaşanıyor" dediler. Özde doğru olan bu sözler, "yadsınamaz şekilde" dünyanın gözü önünde cereyan eden haklı bir başkaldırının tüm dünyaya anında ulaşmasını simgeliyor.
            Şimdi diyeceksiniz ki "Evet, bunları biliyoruz zaten, ne olmuş ki?" İyi de, hayat o kadar düz değil. Bırakın detayları, yaşananlar, 50 yıl sonra nasıl hatırlanacak? Bugünün penceresinden, bir Milliyet yazarı NTV'de şunları söyledi: "Tankların üstünde halk ve askerleri, kol kola görmek yabancı olmadığımız 27 Mayıs 1960 sahneleri gibi". Tabii Başbakan bu yorumu izledi mi bilemem ama eminim onun da kafası hayli karışık. Bir yandan Mısır halkını alkışlayıp, Mübarek'e karşı isyancıları tuttuğunu söylerken, diğer yandan da herhalde 27 Mayıs devriminin gerçekten benzeri o sahneler hakkında içinden "Vay Ergenekoncular" diyordur! Özetleyelim: Biri kalkıp 50 sene sonra "Mısır'da halkın taptığı son derece sevecen demokrat bir Mübarek vardı. Ama komplolarla Tahrir Meydanına paralı askerler yığıp onu düşürdüler. 'Halk isyanı' diye diye, faşist rejim getirdiler, hukuku katlettiler, Ordu'yu içten vurdular" diyebilir!
            Güldünüz mü? "Amma da saçmalamışsın, her şey dünyanın gözü önünde yaşandı" mı dediniz? Yanıt: 50 yıl sonra, Şubat 2061'de buluşuruz, kim haklı bakarız. Ama bahisçilere bazı örnekler hatırlatmakla yetineyim: Mesela, 50 yıl önce 27 Mayıs günü bu ülkede yaşanan devrim, özünde Mısır'dakine çok paraleldi. (Tabii Mısır Ordusu, sürecin sonunda 1961 Anayasası gibi demokrat bir çıkış yapabilecek mi, göreceğiz!) Faşist bir dikta rejimi, posası çıkmış bir demokrasiyi öldürmek üzereyken, gençlerin ve muhalefetin başlattığı, halkın destek verdiği bir 'demokrasi için başkaldırı', askerin son noktayı koymasıyla hedefe ulaştı. Gazeteler, radyolar, yüz binlerin devrimi meydanlarda kutlayışını aktardılar, dünya alkış tuttu! Bugün bunların anımsanması yasak! Ya da 1980 de, 12 Eylül öncesi günde otuz gencin birbirini acımasızca öldürdüğü, bunun karşısında siyasilerin birbirleriyle konuşmaya bile tenezzül etmedikleri karanlık dönemleri bugün bu şekliyle hatırlatan var mı? Ya da Mısır'dan Mübarek'in yok oluşunu kutlayan halkın sevinç gözyaşlarını izlerken, aklıma cahil düşünce özürlülerinin "diktatör" diye çamur attıkları Atatürk'ün vefatı üzerine yaşanan o büyük ulusal acı geldi... Bir ülkenin, liderini bu şekilde uğurlaması tarihi bir olaydır. Cumhuriyet'in 100. yılını görebilirsek, 1938'de de halka "ağlasınlar" diye zorla soğan dağıtıldığını "kanıtlarlarsa" (!) şaşırmayın...
            Herkes tarihi kafasına göre yeniden yazıp kendisine kar çıkarma peşinde! Bugün yakın tarihimiz hakkında fitnelenen yalanlar, belki son Mısır olayları hakkında ileride bekleyen sahte yorumlarla aynı!
            Sanat Tarihi mi? Herhalde siyasal arenada yaşanan bu yorum kepazeliklerinden çok etkilenmişler ki, son zamanlarda dünyanın en saygın alanında yaşananlar da, şu anlattıklarımdan daha farksız değil! Son yıllarda çıkan iki kitap ve piyasada yaşanan suni pompalamalar, insanı şaşırtmanın ötesinde güldürüyor. Çağdaş Sanatın çok daha yaygın bir kapsama alanına eriştiği bu son yıllarda, "bu piyasayı 1996'dan sonra ben kurdum" diye ortaya atlayan küratörlerin ötesinde, sanat piyasasında üflenmiş baloncuklar yaratmaya çalışan veya "ölüm borsası" oynayan spekülatörler, "bu kervana yolun yarısından itibaren katıldım ama en şatafatlı kitabı hazırlayıp dünyaya yayarsam veya en pahalı fiyatı eserime koyarsam, buraların  kralı ben olurum" diyen hırslı genç sanatçılara kadar, her cins vakaya bu topraklarda rastlayabiliyoruz! Bu sahte tarih üretimi, kronolojilerin ve yaşanmışlıkların yok sayılması, ortaya kimi insanların yüzleri kızarmadan bastırıp piyasaya verebildikleri yayınlar çıkarmış. Hadi diyelim ki "User's Manual", bir sanatçı ve onun kozasının yarattığı affedilir bir gençlik pişmanlık vakası. Peki Garanti Bankası gibi ciddi ve saygın bir kuruluş, "Unleashed" isimli komik, sözde "Çağdaş Türk Sanatı" yayınına sponsor olurken, genel kültürden bile eline tutuşturulan taslağın güncel deyimle "kağıttan kaplan" (!) olduğunu algılayamadı mı? Yoksa taslağa dahi bakılmadı mı?
            Bu Perşembe, saat 18 - 20:30 arası, Taksim'de Piramid Sanat'ta bu kritik konuyu irdeleyeceğiz. (www.piramidsanat.com) Sanat tarihi nasıl yazılır, nasıl yazılmaz" panelinde ben, Yusuf Taktak (Sanatçı - Öğretim Görevlisi), Sevil Dolmacı (Sanat Tarihçi), Balkan Naci İslimyeli (Sanatçı), Hasan Bülent Kahraman (Sanat Eleştirmeni) ve Ekrem Kahraman (Sanatçı - Yazar) nesnel ölçütlerin neler olduğunu hatırlayacağız.

14 Şubat 2011 Pazartesi

ÇAĞDAŞ SANAT TARİHİMİZ NASIL YAZILIR? NASIL YAZILMAZ? 17 Şubat 2011 Perşembe Saat 18:00 - 20:00 Piramid Sanat'ta!‏

                                        ÇAĞDAŞ SANAT PANELLERİ - 9

ÇAĞDAŞ SANAT TARİHİMİZ NASIL YAZILIR? NASIL YAZILMAZ?



Düzenleyen:     Piramid Sanat
Tarih:                 17 Şubat 2011 Perşembe
Saat:                  18:00 - 20:00



YÖNETEN:

Yusuf Taktak (Sanatçı - Öğretim Görevlisi)



KONUŞMACILAR:


Bedri Baykam (Sanatçı – Yazar)

Sevil Dolmacı (Sanat Tarihçisi)

Balkan Naci İslimyeli (Sanatçı)

Hasan Bülent Kahraman (Sanat Eleştirmeni)

Ekrem Kahraman (Sanatçı - Yazar)



-       Eylemler, Kriterler, Değerler: Nesnel kronolojik ölçütler nasıl saptanır?

-       Sanatta para ve piyasa savaşları nesnel bir tarih yazılımını nasıl engeller?

-       Gerçek bir sanat tarihi oluşumunda müzeci ve akademisyenlerin sorumluluğu.




Adres: Piramid Sanat
Feridiye Cad. 23 Taksim

Bilgi İçin: Tuba KURTULMUŞ
Telefon: 0212 297 31 15
Faks: 0212 297 44 11
E-mail: info@piramidsanat.com

8 Şubat 2011 Salı

"HALKIN DİRENME HAKKI" / Bedri Baykam / 8 Subat 2011 Cumhuriyet makalesi..





            Her açıdan tarihi günler yaşamaya devam ediyoruz... İçinden geçtiğimiz zaman tünelinin 1930'ların Almanya'sı, 1950'lerin Türkiye'si ve Kuzey Afrika veya Ortadoğu'ya şekil veren 20. Yüzyılın büyük gerilim hatlarından bir farkı yok.
            Dünyanın gözü başta Mısır olmak üzere, Tunus'ta, Ürdün'de, Suriye'de, Orta Doğu'da... Aslında her yerde yapılan yorumlar, konuşulan şeyler üç aşağı beş yukarı aynı konular etrafında dönüyor: Devrim mi oluyor? Darbe mi oluyor? Statüko mu(!) sallanıyor? Ordu kimden yana ağırlığını koyacak?
            Orta Doğu ve Arabistan coğrafyasındaki ülkelerin ortak paydası nedir, biliyor musunuz? Bu ülkelerde halk mutlu değildir, fakirdir, büyük ölçüde eğitimsizdir, baskılar altında yaşar, korkar... Bu ülkelerde de demokrasi, adil seçimli bir rejim, basın ve ifade özgürlüğü yoktur... Uzun lafın kısası, ülkeleri yönetenler, altın dökmeli küvetlere havyar dolduruken, halk günde iki doların altına talim ederek, kaderine teslim olmuş...ken, beklenen doğal patlama yaşanmıştır. Bu olup bitenlere, geleneksel reflekslerle "İlla ki Amerika tetiklemiştir" diye tabii ki bakmıyorum. Bu, en başta o halkları aşağılamak olur. Orta Doğu'da yaşananları, Şili'de Allende'ye karşı tezgahlanan darbeyle kıyaslayabilir misiniz? Sonuçta kim nasıl egemen olursa olsun, ABD orada yeni bir çıkar ilişkisi yerleştirmeye kalkışacaktır.
            Bu konuda ülkemizde ortaya dökülenler, bildiğiniz gibi şimdiden mizah tarihimize geçti. Kendi ülkesinde aynı günlerde haklı talepleriyle meydanlara koşan işçilerine tazyikli su, biber gazı ve cop reva gören hükümetin başı, Mısır'da Mübarek'e dönüp: "Halkın iradesine karşı çıkmak, ırmağı tersine çevirmek gibi bir şey. O ırmak neyi gerektiriyorsa er veya geç olacak. Halkın sesini duysun!" diyebilmektedir. Hangi lider mi? 2007'de 5 milyon vatandaşın barışçı protesto yürüyüşlerini "Ergenekon darbeciliği" olarak tanımlamış olan Başbakan'ın ta kendisi! Bunu zaten biraz yüreği olan her köşe yazarı hatırlattı... Mısır'daki başkaldırı, hangi döneme denk geldi? 11 CHP Milletvekilinin "halkın direnme hakkını" bir bildiriyle kamuoyuna en sert dille açıkladıkları günlere... Vural Savaş, geçen Cuma günü Sözcü'de "Direnme Hakkının" tarihçesinden Emcet Olcaytu'nun Aydınlık'ta 15 Kasım 2011'de yayınlanmış makalesini de hatırlatarak örnekler verdi; Padovalı Marsilyus'un 700 yıl önce "İktidarın kaynağının halkta olduğunu, iktidar sahiplerinin halkın çıkarlarına aykırı yasalar yapamayacaklarını, iktidar görevini yapmazsa, halkın o yöneticileri devirme hakkı olduğunu savunduğunu" hatırlattı. Daha sonra modern siyasal hukukun tarihsel temelinde yer alan Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi ve Fransız İhtilali'nin sonucunda oluşan ünlü 1793 beyannamesi de, direnme hakkının kutsallığını kabul eden ve bu hakkı halka teslim eden metinlerdi.
            İşte bu noktada, ekleyeceğim bir örnek var: 1960 Devrimi'nden önce parlamentomuzda yaşanan o sıcak günlerden: DP'nin korkulu rüyası babam Dr. Suphi Baykam, DP faşizmine karşı en sert konuşmalarından birini yapıp şu sözleri sarf ediyor; "Bunlara halk dayanamaz, halk görev suistimallerine, ihmallere, bu ızdıraplara dayanamaz, bunlara derhal son verilmelidir" DP'li bir Milletvekili kalkıp "Sen milleti isyana mı teşvik ediyorsun?" diye sorunca, uzun bir kavga çıkıyor. Bunun ardından babam, Fransız İhtilali'nden, Robespierre'in tarihi bir cümlesini kürsüden hatırlatıyor: "Aynı soru, yani "halkı isyana mı teşvik ediyorsun?" sorusu, kendisine yöneltilince, Robespierre kürsüden şunları haykırıyor: "Halk zulüm görür ve güveneceği kendinden başka müessese kalmazsa, ona 'isyan et' demeyen alçaktır." Bu sözlerin ardından tabii daha da büyük bir kavga çıkıyor! Ertesi gün, gece Başbakan'ın uyarılarını alan Meclis Başkanı, Anayasayı ihlal ederek, "Suphi Baykam'ın o sözlerini zabıtlardan çıkarıyorum" diyor ve itirazlara rağmen bunu gerçekleştirip sözleri şöyle değiştiriyor: "Halk zulüm görür ve kendinden başka güveneceği müessese kalmazsa, sonu kötü olur"
            Aradan yarım asırdan fazla zaman geçmiş... Ne hikmettir ki, şimdi bu tarihi anekdotun izdüşümünü en çelişkili şekillerde yaşıyoruz. Bir yandan bu cümlenin sonuçlarını benzer imalarla Erdoğan, Mısır Başkanı Mübarek'e yapıyor, diğer yandan CHP vekilleri, aynı uyarıyı, "direnme hakkı" kavramını hatırlatarak AKP'ye yapıyorlar...
            Tüm bunları bir kenara kaldıralım. Biz bugün ne istiyoruz? Darbeler ve demokratik kesintiler olmasın, özgür bir ortamda, hukuk devleti ve demokrasi sürsün. İyi de bu olağan demokratik ortamı toptan yok etmeye çalışır gibi davranan rejimler, hükümetler, dünyanın neresinde olursa olsun, diplomasiden de, halktan da, hala yüreği olan medyadan da büyük tepki görürler! Buna şaşırmaya gerek var mı? İşte Sn. Başbakan'ımız da, Mübarek'e tarihi öğütler verip "halkın sesini duy" derken, bu isyancılara "darbeci" denemeyeceğini kendisi itiraf etmiş oluyor... Çünkü esas olan demokrasinin yani onun koşullarını korumada halkın gücünün sesidir.
            Yani ender de olsa, bazen Sn. Başbakan'la bazı konularda aynı fikirde olabiliyoruz! Aynı fikirde olmadığımız diğer konulardaki mantık çelişkilerini de umarız yakında kendileri izah ederler...

6 Şubat 2011 Pazar

Fenerbahçe artık ürkütüyor..

FENERBAHÇE, ligin ikinci yarısındaki çıkışını teyit etmek için Manisa’da kazanmaya mecburdu ve bu zor işi en güzel şekilde başardı.
Esasında Fenerbahçe’de değişen neydi?
Aynı oyuncular, aynı teknik direktör, aynı yönetim.. Hatta giden 2 oyuncu var.
Sarı-lacivertlilerde değişen Aykut ile takım arasındaki psikolojik ilişki.
Fenerbahçe artık dayanışma içinde.. Beraber mücadele etmeyi, koşmayı gol sevinci yaşamayı başarıyor.
Hikmet Karaman gibi başarılı bir hoca karşısında aslında maç son derece zor başlamıştı.
Alex’in gayretlerine karşın ilk yarıda Fenerbahçe orta sahasının Trabzon maçındaki formunu aratması işi biraz yokuşa sürdü ama ikinci yarıda Manisa’nın güzel golünün ardından son 35 dakikada  göstere göstere 3 gol atan, 2 kere de direği bulan, orta saha presiyle ve konraataklarıyla rakibi bunaltan bir Fenerbahçe vardı. Bu aynı zamanda sarı-lacivertlilerin kondisyonunun da daha iyiye gittiğini görmemiz açısından önemliydi.
Semih’e yapılan hareket bence kesin penaltıydı. Tecrübeli forvetin daha sonra boş kaleye golü kaçırması ve topun direğe gitmesi büyük bir şanssızlıktı ama oynayanlar bilir ki futbolda böyle şeyler oluyor.
Ben Aykut’un yerinde olsam Semih’i oyundan almazdım. Çünkü moralli bir Semih’e bu takımın kalan maçlarda daha çok ihtiyacı olacak.
Alex kritik anlarda yine büyük kaptandı.Topuz ise ikinci yarıda Trabzon maçındaki formuna tekrar ulaştı.Aslında Fenerbahçe nin orta sahasının bu lige ağırlık koymaya başladığını söyleyebiliriz...
 
 Hepsinden önemlisi yazımın başında dediğim gibi Fenerbahçe artık şampiyonluğa oynadığını bilen özgüvenini kazanmış ve karşısındaki her takımı yine adıyla ürküten profiline ulaştı.
Son söz; dün gol yemesine rağmen Volkan yine sahanın en iyileri arasındaydı. Manisalılar’ın ise maçtan sonra hakemi eleştiren tavırlarına anlam veremiyorum.

Kamuoyuna;



 
Anayasa ve Adalet Komisyonu Üyelerinin;
Anayasa Mahkemesi,
Yargıtay ve Danıştay ile ilgili Hükümet Tasarıları Hakkındaki Değerlendirmeleri;
 
 
                  8 yılı aşan bir süreden bu yana devam eden AKP iktidarıyla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde artık AKP’nin Derin Devleti inşa edilmiş durumdadır.
 
                   Daha önceki iktidarlar döneminde gerçekleştirilen nispi partizanlaşmayla, hiçbir şekilde kıyaslanmayacak bir süreçten söz ediyoruz. Bu süreçte, bundan böyle devlet yönetiminde kritik görevlerde kamu görevlisi yoktur. Kamu yönetiminde, Partinin Memuru vardır, Cemaatlerin memuru vardır.
 
                   Türkiye Cumhuriyeti’nin Vali'lerinin önemli bir bölümü Devlet’in Valisi olmaktan çıkmış durumdadır. AKP’nin İl Başkanlıklarıyla eşgüdüm içinde görev yapan ve Siyasi İktidarın Ajanı durumunda olan görevliler haline gelmişlerdir.
                   Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye’den Yönetilmemektedir.
                   Bu süreçte Başbakanlık, Adalet ve İçişleri
                    Bakanlıkları kilit rol üstlenmişlerdir.
 
                   Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı, sayılarının 500’e ulaştığı ifade ve iddia edilen yabancı istihbaratçının varlığıyla ilgili olarak ısrarla sorulan sorulara, “Ben de bilmiyorum” diyebilmektedir.
 
                   Bunu söyleyen İçişleri Bakanı’na, ıstırap içinde Sen hangi ülkenin Bakan’ısın, taşeron Bakan’ımsın?” demek zorunda kalıyoruz.
 
                   Türkiye Cumhuriyetinde TİB yoluyla, yasa dışı telefon dinlemeleri yoluyla, Telekomünikasyon yoluyla, gizli tanık terörü yoluyla; Başbakanlık, İçişleri ve Adalet Bakanlığı bünyesinde oluşturulan “illegal karargâhın” varlığını doğrulayan gelişmeler yaşanmaktadır.
 
                   Türkiye Cumhuriyetinde 4 Mayıs 2007 tarihli Dolmabahçe görüşmesiyle birlikte, “sivil-asker işbirliğiyle” post-modern bir darbe gerçekleştirilmiştir. Bu darbe üzerine 22 Temmuz 2007 seçimleri şekillenmiştir.
                   5 Kasım 2007 tarihli Erdoğan-Bush görüşmesiyle de bu süreç uygulamaya sokulmuştur.
 
                   Adalet Bakanı, ABD’ne 24 saatliğine gitmekte, gizli görüşmeler yapmakta, ancak kamuoyuna tatminkâr hiçbir açıklama yapılmamaktadır.
 
                   Siyasi iktidar,  kamu yönetimi içinde kendi Devletini yarattığı gibi; sivil toplumu sindirmiş, birkaç istisna dışında sivil toplum ve meslek kuruluşları muhalefet edemez hale gelmiştir. Anayasal çerçevede muhalefet görevini yapmak isteyen ve sayıları son derece sınırlı olan meslek odaları ve kuruluşlar ise, medya yapılanmasındaki kuşatma ve çıkar ilişkileri sebebiyle sesini duyuramaz hale gelmiştir.
 
                   Basının bir kısmı, siyasi iktidar tarafından çıkar ilişkileri içinde “yandaş sözcü” olarak kullanılmaktadır.  Bu anlamda ele geçiremediği ve artık sınırlı hale gelen diğer basın grupları ise, vergi soruşturması yoluyla sindirilmiş, etkisiz hale getirilmiştir. Bu gruplardaki yazar kadroları ve televizyon programları bile artık siyasi iktidar tarafından dizayn edilmektedir. Bu medya gruplarındaki programlarda mutlaka siyasi iktidarın bir ya da birkaç sözcüsü programlarda görev üstlenmektedir.
 
                   Türkiye’de, Devlet yönetiminde; “Benim Memurum, Benim Müsteşarım, Benim Bakan’ım…” döneminden sonra, “Benim Yargıcım” dönemi yeni HSYK yapılanmasıyla birlikte; Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay tasarıyla hayata geçirilmek istenilmektedir.
 
                  Türkiye Cumhuriyeti; demokratik, laik ve sosyal hukuk
                   Devletinin tüm direnme unsurlarını ve hayatiyetini yok eden;
                   Rejimi Faşist bir yapıya dönüştüren sürecin nihai aşamasıyla
                   Karşı karşıyadır.
 
                   Uygulanan sosyo ekonomik politikalarla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, Cumhuriyet tarihi boyunca kazandıkları “özgür birey” kimliğinden uzaklaştırılmakta, tebaalaştırılmaktadırlar. Sadaka kültürü toplumsal bir olguya ve temel bir devlet politikasına dönüştürülmüştür. Gelir dağılımı adaletsizliği uçurum boyutlarına varmıştır.
 
                   Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in,
                    1995 yılında yayımlamış olduğu makaledeki görüşler,
                   AKP iktidarıyla birlikte adım adım ve maharetle
                   Hayata geçirilmiştir.
                   Türkiye’de laiklik ilkesinin yerini, İslam’la bütünleşmesi ve daha Müslüman bir yapıya devretmesi gerektiğini, artık bunun zamanın geldiğini ifade eden Ömer Dinçer; aslında Başbakan’ın sözcüsü konumundadır. Kutsal değerlerimizi ve İslamiyet’i istismar ederek, faşizmi kurumsal hale getirmek isteyen siyasi iktidarın önündeki en önemli engel ise Yargı’dır.
 
                   Bu gün görüşülmekte olan tasarılar Yargı engelini
                    Tümüyle bertaraf etmenin ve rejimi dönüştürmenin
                    Nihai aracı haline gelmiştir.
                   Türkiye, Cumhuriyet ve Demokrasinin kazanımlarını
                   Kaybetme noktasına gelmiştir.
 
                   Bu sürecin kaçınılmaz sonucu ise, Devlet olarak dikta yapılanması, toplumsal olarak da bölünmedir, ayrışmadır.
 
                   Karartma, bilgi kirliliği ve takıya konularında yakın tarihin en büyük demagoglarından olan Başbakan; Göbels propagandası ve Makyavel yöntemleriyle; Türkiye’yi hem ekonomik olarak, hem siyaseten ve hem de kültürel olarak müstemleke bir ülke haline getirme misyonunu büyük ölçüde başarmış durumdadır.
 
                   Başbakan’ın deyimiyle, Türkiye “Bölgenin Süpermarketi” haline getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşları ise bu süpermarketin “kayıt dışı çalışanları ve bekçisi” konumundadırlar.
 
                   1919’larda başarılı olamayan, amacına ulaşamayan
                    Emperyalizm, AKP’nin “işbirlikçi “ anlayışıyla bugün
                    Önemli bir mesafe almıştır.
 
                   Böyle bir tablo içinde Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay tasarılarının teknik ve hukuki olarak değerlendirmesini yapmanın pratik bir anlamının olamayacağı açıktır.
 
                   Sadece şunları söylüyoruz;
 
                   Tüm yargı mekanizması ve kazanımları; yeni oluşturulan
                    Ve birçoğunda Yargıçlık misyonu bulunmayan
                    Anayasa Mahkemesine boğdurulmak ve hegemonyasına
                    Sokulmak istenilmektedir.
 
                   Bugün için Yargıtay ve Danıştay’a egemen olamayan
                   Siyasi iktidar, Yargıtay ve Danıştay’ı Anayasa Mahkemesi
                   Aracılığıyla ezmek ve etkisiz kılmak istemektedir.
                   Anayasa mahkemesi içinde Başkan aracılığıyla bir “Dikta Makamı” oluşturulmaktadır.
                   Siyasi İktidar, doğrudan kendisine tabi olan Anayasa Mahkemesi yoluyla; 2011 seçimleri sonrası planladığı yeni anayasa düzenlemesiyle, hukuk ve demokrasiye nihai darbeyi vurmayı amaçlamaktadır.
 
                   Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay gibi Kurumlar faşizmi hedefleyen iktidarlar için başlangıçta alt edilmesi gereken, üzerlerinden atlanması gereken kurumlardır. Ancak iktidar, Devlet’i ele geçirdikten sonra artık bu Kurumlar, faşizmin demir pençesini oluşturan faşist yargı kurumlarına dönüşürler.
 
                   Yıl 1933…
 
                   Nazi İktidarının, yeni iktidara geldiği ve henüz yargı üzerinde tam olarak denetim sağlayamadığı yıllar…
                   Reichstag yangınıyla ilgili davada yargılanan 4 komünistten 3’ünü Alman Yüksek Mahkemesi beraat ettirir. Hitler ve Göering çok sinirlenir. Bu davalar Yüksek Mahkemeden alınır, yeni kurulan Halk Mahkemesine aktarılır.
                   Yeni Mahkeme, kısa sürede ülkenin en korkunç mahkemesi olmuştur. Türkiye’de de bu misyonu üstlenen Mahkemelerin artık söz konusu olduğunu yeri gelmişken ifade ediyoruz. Hitler’in Mahkemelerinde meslekten gelme 4 Yargıç vardır. Diğer 5 Yargıç ise S.S’lerden ve Ordu’dan seçilmişlerdi. Böylece çoğunluk meslekten gelmeyen yargıçlardan oluşuyordu.
 
                   Ortaya çıkan 2 gerçek vardır.
 
                   Naziler, Yüksek Mahkeme Yargıçlarının kendi kontrolleri altındaki kurumlardan seçilmesini sağlıyorlar. AKP bunu daha da ileri götürüyor. Sadece Yüksek Mahkemeleri değil,  İlk Derece Mahkemelerinde de bunu başarıyor.
 
                     İkinci gerçek ise şudur; Nazi Mahkemelerindeki Yargıçların bir kısmı meslekten yargıç yani Nazi İktidarından önce de Yargıç olanlar… Bunlar ya Naziler iktidara gelince Hitler’e boyun eğmiş insanlar ya da başından beri faşizme inanmış olanlar…..
Bu açıdan, bugün demokrasi nutukları atan, hukukun üstünlüğünden bahseden bazı Yargıç ve Savcıları, şayet bu süreç engellenmez ise, yarın öbür gün hukuku ortadan kaldıran, faşist yargı sisteminin en tepesindeki insanlar olarak göreceğimizden kimsenin kuşkusu bulunmasın.
 
                   Faşist yargı işte böyle adım adım oluşur.
 
                   Bir siyasi iktidar, faşizmi adım adım Devlet yapısı içinde kurumsal hale getiriyorsa, çağdaş anayasalarda düzenlenen temel hak ve özgürlükleri gasp ediyorsa; orada artık insan hakları evrensel sözleşmelerinde ve uluslararası sözleşmelerde düzenlemesi yapılan “baskıya ve faşizme karşı direnme hakkının” meşru şartları oluşmuş demektir.
 
                   Türkiye Cumhuriyetinin tüm yurttaşlarını, bu “açık ve yakın tehlikeye karşı” uyarıyor, anayasal ve meşru zemin içinde toplumsal haklarını kullanmalarının zorunluluğunu dile getiriyoruz. Gün o gündür.
 
                   Tüm yurttaşlarımızın ve sivil toplumun dikkatlerine saygıyla sunulur.
 
M. Akif Hamzaçebi
CHP Grup Başkanvekili
Trabzon Milletvekili
 
Atila Emek                                        Mehmet Ali Özpolat             Atilla Kart
Antalya Milletvekili                          İstanbul Milletvekili             Konya Milletvekili
 
 
Şahin Mengü                                                                       İsa Gök                                 
Manisa Milletvekili                                                              Mersin Milletvekili
 
Halil Ünlütepe                                  Turgut Dibek                                               Ali Rıza Öztürk
Afyonkarahisar Milletvekili            Kırklareli Milletvekili                      Mersin Milletvekili
 
Rahmi Güner                                                                                  Ali İhsan Köktürk
Ordu Milletvekili                                                                             Zonguldak Milletvekili

3 Şubat 2011 Perşembe

Bedri Baykam'la Söyleşi & Suna Baykam'ın İmza Günü..



Quartier 15'in Şubat konuğu, Bedri Baykam...

Sanattan siyasete, futboldan kültüre, her yönüyle aktüalite konuşulacak...

Söyleşinin ardından,

Bedri Baykam ve Suna Baykam ('97) kitaplarını imzalayacaklar...

Zaman : 06 Şubat Pazar · 15:00 - 18:00
Yer      : Dr. Esat Işık Caddesi No: 78 / Moda / Kadıköy / Tel : 0(216) 338 2561

1 Şubat 2011 Salı

SİLİVRİ DURUŞMALARI NEDEN YAYINLANMIYOR BİLİYOR MUSUNUZ? / Bedri Baykam / 1 Subat 2011 Cumhuriyet makalesi



Aslında yaşadığımız süreç bir açıdan çok karışık, bir diğer açıdan da her noktası anlaşılır bir basit puzzle. Her gün gazete sayfalarına, TV haberlerine yansıyan kavgalar, restleşmeler, tabii ki olağan bir ülkede görülemeyecek korku filmiyle-trajikomedi tadında serüvenlerin iz düşümleri.        
Konu o kadar ortada ki: AKP bu Cumhuriyete cinsiyet değiştirme operasyonu yapıyor! Hastanın her gün bir organı adeta ameliyat ediliyor. Konumuz adım adım Atatürk'ten bize miras kalan laik demokratik bir Cumhuriyeti, mümkün olduğu kadar fazla ses çıkarttırmadan, her inlemede “bir bardak suda fırtına koparmayın” diyerek yobaz bir gerici din temelli sözde demokratik, özde teokratik faşist rejime dönüştürmek. Bu yüksek hayal gücü ve yoğun “oldu da bitti maşallah” gerektiren ağır işlem gerçekleşirken hastanın her şikayetini susturacak formüller düşünülmüş de… bazen mızrak çuvala sığmıyor!
         Bu işin en net belli olduğu anlarda, Hükümet yaygara koparan Yargıtay’a, Danıştay’a, HSYK üyelerine, YARSAV'cılara, Baro Başkanları'na, hep aynı şeyi söylüyor: “Siz siyaset yapıyorsunuz! CHP ağzı ile konuşuyorsunuz… O zaman bu mesleği bırakın, çıkın siyaset yapın!”  İşte tam bu noktada görmek istemedikleri nokta şu: Bu saydıkları kişi ve kurumlar, CHP'li siyaset filan yapmıyorlar. Onlar sadece Anayasa’nın temel maddelerini savunuyorlar. Yani onlar “oyunun zaten mecburi olan kurallarının uygulanmaya devam edilmesini istiyorlar ve Hükümetin açık yoldan sapmalarını gördüklerinde rejimi savunmak için harekete geçiyorlar. O zaman ne oluyor dersiniz? Bu faşizm meraklılarının borazanları hemen “siz statükocusunuz, reform istemiyorsunuz” diye ortaya atılıveriyorlar… Bu yorumları yobazların yapması normal. Ama sözde demokratik basın soytarıları yapınca “Allah akıl fikir versin” demekle yetiniyorum!
         Geçen Cuma günü yine Silivri’de dava izlemeye gittik arkadaşlarla. “Ergenekon” adı verilen o bahtsız davanın acıklı olduğu kadar Aziz Nesinlik kanıt paketleri dışında belki en sonunda yapmam gereken yorumu belirteyim: Silivri'de yaşananları her gördüğümde bu davanın neden İstanbul'a 90 dakika uzaklarda yapıldığını ve oturumların neden televizyonlardan naklen yayınlanmadığını daha iyi anlıyorum. Çünkü şayet orada yaşananları milyonlar “naklen” izleyebilseler, o davaya inanan insan sayısında çoook abartılı bir değişim yaşanır! Uzun lafın kısası, hiç kimse böyle bir şeyin bir gün yaşanacağını sanmasın. O dava hep “gizli” ve uzaklarda sürecek ki, Hükümet gece rahat uyusun… Sormak lazım zat-ı muhteremlere; hani çok şeffaftınız? Hani AB standardında demokrasiniz? Bu mu afra-tafranız, 21. Yüzyıl iddialarınız!
         Bir de şu “ek” soruyu yöneltmek lazım: Arada sırada kin kustukları tarihi durakların en başında gelen 27 Mayıs davalarında neden yoktu bu büyük sır ve kapama merakı?  Neden orada herkes rahatça davayı izleyebiliyor veya radyodan takip edebiliyordu? Neden fotoğraf çekilebiliyordu? Yoksa dünyanın en mükemmel ve çağdaş Anayasalarından birini getiren 1960 Devrimi, iddialarınızın tam aksine kartlarını açık oynayan bir halkla bütünleşmenin ürünü müydü?
         İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, yine tarihi bir konuşma yaptı… Bir savunma değil, adeta bir iddianame okudu. İlk sözleri, “yalan makinesi”ne bağlanmak istediğini söyleyen sanık Erkut Ersoy'un bıraktığı yerden başladı: “Yalan makinesine Erdoğan ve Gül bağlansın”.  Perinçek Başbakan'ın yepyeni bir konuşmasında farkına varmadan ağzından kaçırdığı sözleri salonda dinletti: “Bizim içeri tıktığımız bir tek aydın yok”. Gerçekten de bu sözler Erdoğan'ın gözünde ve fiiliyatta yürütme ve yargının uyum içinde çalıştığının yani güçler ayrılığı ve yargı bağımsızlığının yok edildiğinin direkt kanıtı! “Ben bu davanın savcısıyım” diyen Tayyip Bey, şimdi hakimliğini de ilan etmiş. Perinçek yine bu hükümetin dağıttığı demokratik açılım süreci kitapçığında, “gerekli hallerde özel yargılama yapılabilir” dendiğini anımsatarak, Silivri Mahkemesi’ni Başbakan’ın kurdurduğunu, devletin diğer yargı kurumlarından birinde yargılanmadıklarını vurguladı. Ardından hakimle bir gerginlik yaşayan Perinçek “ Mahkeme heyetine “Bu tertibin yanında yer almayın,  Erdoğan’a siper olmayın” diyerek davada tarafların yer değiştireceğini ısrarla vurguladı.
         Daha sonra sıra sanık Muzaffer Tekin’ e geldi. O da onurlu yoğun bir konuşma yaptı ve Hükümeti çok sıkıştırdı. “Yalan ve iftiralar sürdükçe bunları ısrarla çürüteceğim” dedi. Tekin ardından Aydınlıkta 24-10-10'da yayınlanan “Osman’ımın 21 Yalanı” başlıklı çok detaylı ağlanası tutanak analizini okudu. İki cümlesinden HİÇBİRİ birbirini tutmayan bir adamın sözleriyle Ergenekon ve Danıştay Cinayeti gibi alakasız davaların birbiriyle birleştirildiğini anımsatan Tekin “devşirilmiş tanıklar ve kurgulanmış delillerle” ısmarlama cevapların adeta kurgulandığını hatırlattı.
İlk fırsatta “dökülen” Ergenekon kanıtlarını da ele almamız gerekecek