29 Ekim 2012 Pazartesi

COŞKU, REZİLLİK, KARARLILIK / Bedri Baykam / 30 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..




29 Ekim için Ankara’ya sabah 03.00’de hareket edecektik. İlk haber 00.19’da geldi; Kemalist Gençlik dergisini çıkaran Şafak İnan kardeşim Avcılar’dan hareket edecek tüm otobüslerin polisler tarafından durdurulduğunu haber veriyordu. O andan itibaren acı gerçek  belirmeye başladı. Taksim’den, Kadıköy’den,  İzmir’den, Adana’dan aynı haberler geliyordu: Polis uydurma gerçeklerle seyahat özgürlüğünü fiili olarak kısıtlamıştı. Karayolunda önümüz kesildikten sonra, son anda uçakla gitmek gündeme geldi. Barikatlarla Ulus Yolu’nun kapatılacağı haberi üstüne bu alternatif de tıkandı.(Sabah Orhan Aydın’dan gelen mesajla bu öngörünün doğruluğu da maalesef kanıtlandı.). Önce telefon trafiği başladı, ardından da sosyal medya savaşları... Dünyada halkına, kendi Cumhuriyet kutlamasını yasaklamayı ve bunu “savaş” dönemi gibi “olağanüstü hal”e dönüştürmeyi “akıl edecek” bir başka ülke var mı? Hazmedemedikleri, ancak koltuklara oturanların hezeyanı olabilir. İnanmadıkları bir Cumhuriyet’in localarına oturanlar, yaşanan utanç verici sahnelerin sorumlularıdır.
Ankara’da yurtseverlere karşı uygulanan rezalet boyutunda “terörist”muamelesi olmasa toplanan kalabalık rahatlıkla iki-üç misli olacaktı... Tarih, kendi halkının yaşam suyunu, köklerini, onurlu duruşunu kesmeye çalışan bu iktidarı kesinlikle unutmayacak, tarihin utanç duvarlarında yerlerini alacaklar.
Ankara Valiliği, Anayasa’ya karşı, hukuka karşı gösterdiği tavırla açıkça suç işlemiştir. Bu, Cumhuriyet ve Atatürk’le ilgili “ilk sabıka”ları değildir. İktidar artık İsrail’den ve Esad’dan söz etme, onların “halklarına karşı işledikleri suçları” gündeme getirme hakkını toptan kaybetmiştir. Artık AKP İktidarı’nın “A la George Bush” tavırlarıyla “Ortadoğu’ya demokrasi getirecek model ülke olma” iddiaları, göstermelik makyaj gibi toptan akıp gitmiştir.
              CHP tüm kadroları ile AKP’nin yarattığı 29 Ekim krizine karşı doğru tavrı göstermiştir. CHP, coşku içinde 89. yılı kutlamak için Ata’sına koşan halkına sahip çıkmış, onun yanında yer almıştır. Kılıçdaroğlu, bu konuda önderlik ederek yakın geçmişteki bazı hatalarını telafi etmiş, bugün giderek artan kizde esas durması gereken noktayı iyi belirlemiştir.
29 Ekim krizi, MHP’nin “muhalifliği” konusunda hala ısrarlı olan kesimler açısından da ciddi yararlı olmuştur. MHP, bu krizde de sürekli yaptığı gibi her sıkıştığında AKP’nin yanıbaşında yer almaya devam etmiş, akıl almaz bir şekilde CHP’yi "Bazı sivil toplum kuruluşlarının Ortadoğu'daki bazı özentilere heveslenerek 'halk hareketi başlatıyoruz', 'halk yürüyüşü yapıyoruz' derken Türkiye’yi bir krize sokmaları ve bunu da bazı siyasi partilerin çok sıcak sahiplenmeleri doğru değildir.diyerek suçlayabilmiştir! Bu kimin haddi olabilir? Bu Cumhuriyet 89 yıldan beri kutlanır, daha sonsuza kadar da kutlanacaktır! İşte bu nedenlerle geçmişte, Çankaya krizinde, türban krizinde ve birçok örnekte de olduğu gibi yine AKP’ye kritik anda omuz vermiş bir MHP’yi  gördükten sonra, bu Parti’yi hala “muhalefet alternatifi” olarak sunmakta direnenler, bir daha ki seçimlerde bu yönlendirme hatasını y umarım yapmazlar! Sözüm bu ısrarlı hatayı yıllardır göz göre göre yapmış olan bazı Kemalistler ve Sosyalistlere... “Muhafazakar, sağcı, dindar” bir parti olduğunu ısrarla söyleyen MHP’yi isteyen desteklesin. Ama neye destek verdiğini bilerek: Mesela dün yaşanan o şiddet görüntülerini ve halkını karşısına alan bu hükümeti unutmadan! Bunları bile bile oy vereceklerse bu onların bileceği iş!
Son sözüm Sivil Toplumcular’a: Ülkenin içinde bulunduğu durumu A’dan Z’ye biliyorsunuz. Artık “Benim partim yok”, “Parti bayrağı olmasın”, “Biz kimseyi desteklemiyoruz” gibi sıradan ve zeka pırıltısı içermeyen sözleri bıraksınlar. Çünkü bu iktidari seçimle devirmekten başka seçenek olmadığına göre, AKP’yi yerinden oynatma ihtimali olan tek siyasi partiyi “Herhangi bir siyasi oluşum” olanak görüp mesafeli durmayı bıraksınlar. Çünkü bu “duruş”un ne fiili siyasi açıdan, ne matematiksel veya mantık açısından elle tutulur bir yanı kalmadı! Ana Muhalefet Partisi’ni en çok eleştiren tartışmasız iki-üç kişiden biriyim. Ama bir Parti’yi düzelmesi için eleştirmek başka, yok etmek istercesine saldırmak başka. Bu nedenle eleştirdiğiniz Parti’ye girin, mücadeleyi orada verin ve onu doğru yörüngeye çekin. Yoksa bu iktidara karşı yaptığımız eleştirilerin gram değeri kalmaz. Bir dahaki seçimlerden sonra ağlamak istemiyorsanız, şimdiden gereğini yapın diyerek Bağdat Caddesi’ndeki kutlamalara koşuyorum!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

22 Ekim 2012 Pazartesi

SAY’DAN ERGENEKON’A, “ORTAÇAĞ” MAHKEMELERİ / Bedri Baykam / 23 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi



            21. yüzyıl, biz Türk yurtseverlerine farklı sürprizler yaptı. Uzay çağına giriyoruz derken Ortaçağa geçiş yaptık. Dünya, zaten utanç verici din-ırk savaşlarının ortasındayken bu yüz kızartıcı çöküşlerin merkezi Emperyalizmin kontrolünde gelişen başka bir girdaba kapıldık. Bundan 13 uğursuz yıl önce, irticanın kahpe kurşunları dostum, büyük insan Ahmet Taner Kışlalı’yı aramızdan almıştı. Bugün ise artık “irtica” diye bir kavramın olmadığını MGK’ya (!) kabul ettirip, yobazlığı yok sayanlar, anti-laik Türkiye’yi dizaynında geçmişle tüm ilişkilerimizi koparmaya çalışıyorlar.
             Ortadoğu’da bize biçilen hacivat-karagöz rolünü iyi oynayabilmek için ülkenin altını üstüne getiren İktidar, neye saldıracağını şaşırdı.  Q klavyeden kürtaj haklarına, ilkokul yaşından hayvan besleme şartlarına (!!) kadar  yaşamın tüm odaklarını hedef alan Hükümet, sanki bu senaryonun “beyin merkezleri”nden alınmış  “tavsiyeler” doğrultusunda çalışıyor. Ankara’da  1.Meclis, Ulus Meydanı ve çevresindeki yapılardan ve Istanbul’da Taksim Meydanı’ndan kurtulmak için “kentsel dönüşüm projesi” adını verdikleri saldırı planını uygulamak üzere her hazırlığı yaptılar. Bu arada 30 Ağustos Zafer Bayramı için uydurulan “Atatürk Anıtlarına çelenk koyma yasağı”ndan sonra, sıra 29 Ekim için Cumhuriyetçilere “Yürüyüş yasağı”getirilerek, halkın Atatürk sevgisini törpüleme arzusu ayyuka çıkarıldı. Demokrasi kelimesini tüm anlamlarıyla ıskalamış olan toplumumuz ise, bu uygulamaları, hafif homurdanmalarla gelen bahtsız şikayet seanslarıyla geçiştirmeyi deniyor!
             Fazıl Say davasını medyadan izlediniz.Binbir güçlükle duruşma salonuna sızabilmiş 50 şanssızdan biri oldum. Bu dönemin yüz kızartıcı davalarından biri Say’ınki. Aynen Ergenekon, Balyoz ve Odatv davaları gibi, niçin açıldığı belli olmayan, kamu vicdanını yaralayan, insana “pes” dedirten bir dava. Bunu normal bir ülkede kime anlatsanız inanmaz, ilgi toplamak için söyleniyor zanneder.
            Twitter’da Ömer Hayyam’a atfedilen sözler (milyonuncu kere basıldıktan sonra) insanlar tarafından tweet ediliyor. Fazıl’da bunu takipçilerine yolluyor. Ve bu dizeleri onlarca yıldır yayınlayan,  tweet edenler değil, Say, cımbızla çekilerek dava ediliyor. Hem de ne dava! Say, iddianameyi ve karşı tarafı dinlerseniz, sanki Türkiye’deki tüm toplumsal gerilimin tek sebebi!
Fazıl tabii ki üzgün,  yorgun. Sıkıntılı gözlerle çevresine bakıyor ve “Kim bu adamlar, ne işim var benim burda?” der gibi gözleri dalıp gidiyor.
Tabii bu absürd davanın dialogları kimi zaman sıcak atışmalar eşliğinde geçiyor. “Şikayetçi”lerden biri “Gerekirse Fazıl Bey’e Allah’ın varlığını ikna da ederiz; kanıtlarıyla ortada” deme cüretini göstererek, “laik” hukuk düzeninden ne kadar uzaklaştığımızı tescil etmeye kalkışıyor. Salondan gelen tepkiler sonunda, duruşmanın izleyicisiz yapılma taleplerini mahkeme red ediyor...
Ertesi gün Ergenekon davası için Silivri’ye gittiğimizde nihayet cezaları (!) biten Özkan ve Balbay’la uzaktan “kucaklaşabiliyoruz. İzleyicilerle aralarındaki mesafeyi uzatmışlar! Ayrıca artık avukatlarıyla  belge alışverişi yapamıyorlar. Yayıncı  Ali Özoğul, Özkan ve Balbay kadar şanslı değil:
Bana yazıp avukatı ile iletmeyi başardığı muktubunda durumunu şöyle özetliyor:
“Mahkema başkanı ve üyeleri ile eskiden beri çok iyi tanıştıkları tanık kürsüsünde ifade eden Bülent Orakoğlu isimli şahsiyete soru sormak için söz istedim diye salondan zorla çıkartıldım. Sırf bu nedenle sonsuza kadar duruşmalara katılmam yasaklandığı gibi birde, duruşma düzenini bozduğum gerekçesi ile  Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundular.”
O davada sonra neler mi oldu? Bir “gizli tanık” sesi değiştirilerek salona kameralarda “antre”sini yaptı. Yemin etti! Adı, sanı, sesi olmayan o yemin ne işe yarar diye bakakaldım. Bir de daha önce neler söylediğini hatırlamadığı için, ifadesinin okunmasını istedi. Konuşan adamın diliyle, okunan metin arasında uçurum vardı. En alakasız şekilde aşırı sağcı Ecevit isimli bir zatın PKK-DHKPC ve güvenlik güçleri arasındaki zigzaglarını çelişkilerle anlattı. Bu arada 2008 sonuna kadar temasta olduğu “Ecevit”i, kamera salonda gezerken hemen tanıyıverdi (!) Fakat şansa bakın ki o da, 2007 den beri tutukluymuş! Böylece senaryo tutmadı, yandaşlar “terörist teşhis edildi” manşetini patlatamadılar. Öğlen arasında Tuncay’a sordum: “ bunların sizinle ne ilişkisi var, ben mi anlayamadım,“link” nerede” dedim. Tuncay kahkahalarla güldü: “Link filan yok. Saçmalık burda zaten” dedi. Fesupanallah! Devran dönmeye devam ediyor...

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

UPSD'den IAA 9. Avrupa Genel Kurulu raporu‏


Değerli Sanatsever,
Belki takip etmiş olduğunuz gibi IAA (Uluslararası Sanat Dernekleri) 9. Avrupa Genel Kurulu geçtiğimiz hafta, İstanbul’da 12-13 Ekim 2012, tarihlerinde The Sofa Hotel’de yapıldı. Bir çoğu 10-15 Ekim tarihlerinde bu vesileyle Türkiye’de bulunan değişik ülkelerin ulusal dernek başkanları ve ana temsilcileri, kendileri için UPSD Galerisi’nde düzenlediğimiz “3 Kuşak Çağdaş Türk Sanatı” sergisi dışında, hazırladığımız kültürel programı tamamlayarak, İstanbul’un tarihi ve çağdaş sanat müzelerini ve merkezlerini gezme fırsatı buldular. Yapılan görüşmelerde geçen yıl Türkiye’de önerisiyle kabul edilen Dünya Sanat Günü (World Art Day) önümüzdeki yıl geliştirilerek sürdürülmesi, bu ilk yıl elde edilen deneyimlerle daha da güçlenmesi için gerekenin yapılması kararlaştırıldı. Katılımcıların Türkiye’nin bu konuda ilk yıl yaptığı örnek çalışmayı içeren Ayşegül İyidoğan’ın yaptığı bir video filmi seyretmeleri sağlandı ve bir kopyası kendilerine hediye edildi.
Genel Kurul ayrıca şu önergeyi oy birliğiyle kabul etti:
IAA AVRUPA GENEL KURULU’NDA KABUL EDİLEN ÖNERGE
İstanbul’da 12-13 Ekim 2012 tarihinde “Özgürlüğün Hizmetinde Sanat” başlığıyla toplanan IAA (Unesco’ya bağlı olarak çalışan Uluslararası Sanat Dernekleri)’nın 9. Genel Kurulu, bir hüküm bile giymeden salt düşüncelerini açıkladıkları için belirsiz ve uzun sürelerdir hapis yatan yazarlar, aydınlar ve gazetecilerin, Türkiye dahil, dünyanın bir çok ülkesinde, içinde bulundukları durumu en sert şekilde kınamaktadır.
Bizler, düşüncelerin her zaman her yerde serbestçe ifade edilebilmesini savunuyoruz ve muhalefete karşı  hoşgörüsü olmayan ülkelerin demokratik değerleri açıkça zedelediklerine inanıyoruz. Tüm bu gergin ve üzücü durumların bir an önce ve hatta derhal, en kısa zamanda, giderek artan bir evrensel özen ve bilinçle çözülmesi gerektiğine inanıyoruz.
13 EKİM 2012 TARİHİNDE OYBİRLİĞİYLE KABUL EDİLMİŞTİR.
Sonuç olarak Türk kamuoyuna gururla söyleyebiliriz ki, bu sürecin sonunda tüm katılımcılar beklentilerinin ötesinde bir şekilde mutlu oldular ve İstanbul hakkında mükemmel intibalarla ülkemizden ayrıldılar. Bugüne kadar yapılmış en başarılı Genel Kuruldenmesinin dışında, Başkan ve diğer temsilciler “Artık kimse kolay kolay Genel Kurul için aday olamayacak, çünkü standartları çok yükselttiniz dediler. Bu arada zaten ilginç bir şekilde hiçbir ülke 2013 Genel Kurulu’na da talip olmadı!
Bu güzel haberleri Türk kamuoyna, bir Türk Sivil Toplum Kuruluşu olarak,uluslararası düzeyde çalışma standartlarımızı daha da yükseye çıkarma kararlılığında olduğumuzu bildirmek için aktarıyoruz.
Daha güzel projelerde buluşmak üzere,
Sevgi ve saygılarla,
Bedri Baykam
Başkan
UPSD

Yönetim Kurulu
Safiye Mine Erdurak
Bahri Genç
Hülya Küpçüoğlu
Murat Havan
Melik İskender
Berna Erkün

19 Ekim 2012 Cuma

SAĞILACAK İNEKLER BORSASI.. / Bedri Baykam / Genc Sanat'ta yayinlanan son makalesi..




DÜNYA SAHNESİNE ÇIKARKEN TÜRK ÇAĞDAŞ SANATI’NIN ERGENLİK SİVİLCELERİ!
                                                                                                         Bedri Baykam

 TAM HERŞEY İYİ GİDİYOR DERKEN...
Çağdaş sanat piyasası mı dediniz? Onu bizim kuşak ve bir önceki kuşağın sanatçılarının çabası kurdu. Daha otuz yıl önce, Türkiye’de resim denince akla gelen tek rekabet, klasik ve empresyonist resimlerin kendi aralarındaki çekişmesiydi. Bizlerin yaptıkları ya burun kıvrılan ya bıyık altından alay edilen ya da anlaşılmadan bakılan bir “acayip nesne”den ibaretti. Bu arada “tutucu” figüratif sanatçıların baskısı da bizleri “doğmadan öldürmek” isteyen kararlı bir yoğunluktaydı. “Resme yazı yazılır mı?”, “Resimde siyaset olur mu?”, “Niye çıplaklık ve seks sizin için bu kadar önemli?”, “Bu resimde neyi anlatmak istediniz?”; bunlar gibi onlarca sorunun yanıtını verdiğimi çok iyi bilirim şaşkın bakışlarla bizi izleyen Nazmi Ziya, Eşref Üren ve Hoca Ali Rıza alıcılarına.
Genç sanatçılar yani bizden sonraki kuşak, bizim açtığımız sanatsal yolları, piyasayı seçti. O patika, yavaş yavaş toprak yola, oradan asfalta ve şehirlerarası otobana dönüştü. En azından görünüşe bakılırsa durum böyle...
Artık, birden bugüne atlarsak, 7-8 yıldır özel sanat müzelerimiz var, dış bağlantılarımız var, koleksiyonculuğa atılan holding patronlarımız var, galericiliğe soyunan koleksiyonerlerimiz var. Müze kurmaya karar veren ve bu modaya uyan daha da büyük koleksiyonerlerimiz var. Müzayede evi açan, müzayede furyasına katılan sanat tacirlerimiz var. Basının da damarlarına kan akıttığı bu çok hızlı gelişen özel durum olumlu mu? Tabii ki olumlu! Gazete sütunlarına baksanız, milyonlar havada uçuşuyor, her şey mükemmel gidiyor, piyasalar fırlıyor, müzayede evleri Türk resmini sürekli Dubai ve Londra arası gezdiriyor, her gün yeni meraklı potansiyel koleksiyonerler, bu yeni “booming” piyasaya akın ediyor! “Bundan iyisi can sağlığı” dediniz değil mi?

LONDRALI RESMİNİZİ NİYE ALSIN?
Ama tabii arada bazı yol kazaları da olmadı değil, özellikle de son dönemlerde. Hadi şu ya da bu yerel müzayedede işlerin iyi gitmemiş olması, anlık unutturulabilir veya geçiştirilebilir bir şey gibi olsa da, daha ağır vukuatlar da meydana geldi. Mesela ilkbahar sonunda yaşanan  “Londra’da uluslararası Müzayede evinin Türk Çağdaş Sanatı Müzayedesi %70 oranında satılmadı” dedikodusunun yaz öncesi yarattığı şok etkileri yadsınabilir cinsten değil.
Aslında yolları ulusal ve uluslararası planlarda birçok açıdan kesişen bu müzayede dünyalarının özellikle yurtdışı ayağının sağlık raporu hakkında söylenecek onca şey var. Türk Çağdaş Sanatı’nın yurt dışına taşınmasının ana hedefi nedir? Yabancı koleksiyonerlere Türk Çağdaş Sanatı’nı sunmak. İyi de yaratılan ortam daha çok “Türk koleksiyonerlere Türk Sanatı’nı Londra’da satmak” üzerine kurulu! Yani Türk sanatçılarının eserleri parlak sunumlarla özenli bir şekilde Türk alıcılara sunuluyor, hemen ardından aynı hanımefendi ve beyefendiler uçaklara doldurulup Londra’ya taşınarak, oradaki salonlarda %85’inin Türkler’den oluştuğu bir kitle önünde satılıyorlar. Böylece enteresan bir şekilde Türk alıcıların iç rekabet alanı, “enternasyonal” boyutlara ulaşmış oluyor. Aralarındaki tatlı çekişmeyle, kimi fiyatlar çıkarken, kimileri de bu ortak hareket planı dışında kalıp mıhlanıyorlar. Ama sonuçta bu “çıkış” başarılı olmuşsa, Türk Medyası’nda “Türk Çağdaş Sanatı Londra Borsası’nı salladı” gibi başlıklarla yer alırken, kimsenin aklına “peki alıcıların kaçı yabancıydı?” sorusu gelmiyor veya bu soru nezaket içinde kaynatılıyor!İşte bu koca hazırlıksızlığın bedeli olarak geldi, son Londra başarısızlığı. Hem de inanın başarıya ulaşmak için, müzayede evinin bazı koleksiyonculara “kimi sergileyelim istersiniz?” diye bir çeşit ön satış nabız yoklaması yapmalarına rağmen!! Sonuçta, bu ülkede herkes ister Türk Sanatı’nın her piyasada ilgi görmesi ve değer bulmasını ama bunu oluşturmanın şartları var. Siz gerekçeli olarak Türk Çağdaş Sanatı’nın köklerini ve onu bugünlere ulaştıran dallarını, soyağacının tüm saçaklarını doğru analiz edemezseniz, olay havada kalır! Bir sanat eserinin kalıcı bir koleksiyon parçası olabilmesi, o işin o ülkede sanat için ne anlam ifade ettiği ile ilgilidir. Artık hepimizin bildiği  ve “Maymunların Resim Yapma Hakkı” (1994) kitabımda kök ve detaylarına inerek anlattığım gibi, Batılı sanat kurumlarının, bugüne kadar Batılı olmayan ülkelerin modern ve çağdaş sanat tarihlerini yakından incelemek gibi bir alışkanlıkları zaten yoktu. Son 15-20 yılda bienaller ve diğer sanat buluşmalarının biraz daha uluslararasılaşmasıyla renklenen bu ortamın bizim açımızdan da başka bir ciddiyet aşamasına gelmesi lazım.  Yani Batı’da büyük müzelerde Osman Hamdiler üzerine bugüne kadar 5-6 ana kuşağı temsil eden ana dalgaları, bağlantıları ile komplekssiz ve gerçekçi bir şekilde savunamazsanız, Tate, Saatchi, Royal Academy veya Hayward Gallery gibi köklü, prestijli ve yerleşik kurumlarda sergileyemezseniz bunu ciddi büyük kataloglarla destekleyemezseniz, bu işler için ciddi bir tanıtım bütçesi ayırmazsanız, Batılı alıcı kalkıp o salonlara girip niye zamanını ve parasını harcasın ki! Kendinizi onun yerine koyun, neden yapsın bunu? Dolayısıyla umarız ki yakın bir gelecekte büyük müzayede evleri, en başarılı organizasyonlarını Türk Sanatı adına yaparlar ama bunu gerçek yörüngesinde olması gereken alıcılara yönlendirmeyi sağlayarak...
Türk Çağdaş Sanatı’nın hak ettiği gerçek seviyede dünyaya sunulamamasının ana nedeni, tabii ki Türkiye Cumhuriyeti’ni son 60-70 yılda yöneten Hükümetlerin (ve onların Kültür Bakanlıkları’nın) bu konuda, sanata hiç bir ciddi bütçe ayırma ihtiyacı duymamaları ve Türk sanatçılarını uluslararası arenada yapayalnız bırakmış olmaktan hiç bir rahatsızlık duymamalarıdır. Atatürk’ün, Cumhuriyet’in henüz yeni kurulmuş yıllarında bile sanata yaptığı katkı ve yatırımları hatırlarsak, söz ettiğimiz süreçteki diğer siyasilerin bu konudaki akıl almaz ilgisizlikleri daha da ortaya çıkar. Bu gerekçeli “zaaf” vurgusunu hatırlattıktan sonra, bu gerçekler ışığında konumuza dönelim.

PİYASAYI TERSTEN İNŞA ETMEK İSTEYEN UYANIK ALICILAR
İşte bu yurtdışı sorunlarının ve “yurtiçi” piyasasının krizlerinin buluştuğu tek ana nokta var: Kim hangi eseri “niye” alsın? Gerekçe ne? Gerekçenin içeriği ne kadar kabul edilebilir? Bu yapıtlar neden birer “koleksiyon parçası” olma vasfını, hangi sanat tarihsel veya güncel gerekçelerle taşımaktadırlar? Bu soruların somut yanıtları bulunmadan sağlıklı bir yere varılamaz ve her başarı (veya başarısızlık) sözde ve havada kalır.
Söz edilen alımlar, hızla hisse senedi toplar veya yeni zenginlere kütüphane doldurur gibi oluşturulan koleksiyonlar, çoğunlukla müzayedelerde “toplu ayin, toplu histeri” seanslarında herkesin birbirini göz ucuyla süzdüğü ve bayrak sayısının heyecan dalgasına ve sayısına baktığı oturumlarda yapılıyor.
Resimler podyumda yürüyüş yapan güzeller gibi gezdirilirken, bu yapıtları o anda on saniye kadar süzen gözlerin, onlar hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğu da çok tartışmalı konulardan. Yani güzellik yarışması örneğinden ilerlersek, hiç olmazsa modelin kaşı, gözü, göğüsleri, bacakları kriter olarak alınacak. Hadi kıyafetli geçişte de belki hava, zerafet, genel kültür veya kişisel beğeni devreye girecek. Sanatta ise o müzayede salonlarında, bu ortama hızlı giren insanların, geldikleri para ve iş dünyası piyasasından, bir çeşit “menkul kıymetler borsası” refleksleri taşıdıklarını görüyoruz. Yani “hangi hisse çıkıyor hangisi iniyor, hangisi umut vaat ediyor, hangisi şişmiş” vs gibi. İşin özünde ise, bu kişilerin büyük çoğunluğu, bu resimleri, o hisse senetlerini tanıdıkları gibi tanımıyorlar. Burada ana karar verici faktörler “mimetizm”, “dedikodu” veya bazen hazırlanan yapay heyecan dalgaları. Nasıl mı? Mesela “tarihi” yapay şekilde üretmeye çalışanlar var. Şu ya da bu ünlü sanatçının geçmişine, ilk yıllarına, önemli ilk dalga çalışmalarına piyasada ulaşmak zor, zahmetli veya masraflı gelebilir. Zamanı geri alıp, Picasso’nun ilk pre-kübist skeçlerini yaptığı Montmartre’daki Bateau-Lavoir atölyesine dönebilmek de henüz mümkün değil. Ama biraz kurnaz olunursa, kazanacak tayları önceden sezebilmiş olmak yerine, bunları gönül rahatlığıyla “saptamak” da mümkündür! Yani yolu tersinden giderek de bu “mucize” başarılabilir! Nasıl mı? X galerisinin elindeki genç Y sanatçısından üç koleksiyoner hızla yedişer resim alır, bu toplu alım ayinini şaşkın gözlerle izleyen,müzayede salonunu dolduran nezih kitlenin önünde aralarında anlaşıp eserleri 3, 5, 10, 20 misli arttırmaya girişebilirler!
Zaten genelinde birbirini kopya etme ve “genel hava izleme” trendi egemen… Yani, Fransızlar’ın “folie auto-entretenue” dedikleri, birbirinden beslenen bir delilik…

RESİM DÜNYASINI “İMKB” SANANLAR
Bu ortamın içine balıklama dalan veya birkaç yıldır bu sularda yıkanan insanların dillerindeki sorular veya iddialar, “resim” ile ilgili değil. Daha çok “İMKB” mantığı devreye giriyor. Burada en tehlikeli kesim, resme kısa vadeli yatırım gözüyle bakan, bugün beşe alıp, yarın altıya satmaya kalkan zihniyet. Resmin uzun vadede kesinlikle en iyi yatırım olduğunu, orta vadede de çok iyi bir “dönüşü” olabileceğini öğrenmeye sabır ve kültürleri yeter mi bilmiyorum ama onların kısa vade için zorladıkları spekütalif ticaretin verdiği zarar tartışılmaz.
 Geçen gün bir koleksiyoner dostuma rastladım, aniden ”Piyasa nasıl gidiyor?” diye sordu. Soru, “Yeni resimlerin nasıl gidiyor?” değildi. Bir diğeri, şu ya da bu sanatçının fiyatlarının fırlaması ya da hasbelkader her hangi bir müzayede ortamında öne sürülen şu ya da bu resmine alıcı çıkmaması yüzünden ona kızgındı (!) veya kafasına göre bir çeşit hesap soruyordu! Rastladığım başka bir galericiye ise, elindeki sanatçılardan birine muhakkak kapsamlı bir kitap yapması gerektiğini vurguladım. Yanıtı ilginçti: “Artık kimse kitap mitap bunlara bakmıyor, internetteki müzayede satış fiyatlarına bakıp, alıp almama kararı veriyorlar hepsi bu ve yapacak hiçbirşey yok artık bu konuda.”

BİR MÜZAYEDEDE NE, NİÇİN ALINABİLİR?
Gerek kişisel açılardan, gerek genel tanımlamada sanat-değer-tarih ilişkisinin nasıl konulduğu açılarından, işin püf noktalarına geldik. O kadar çok söylenecek şey var ki! Hangisinden başlasak... Öncelikle “Resim koleksiyonerliği, müzayedelerden iş toplanarak mı yapılır?” sorusuyla başlayalım/yüzleşelim. Bir müzayedede, bir sanatçının işleri niye vardır? Ya bir vefat ya da koleksiyon elden çıkarma işl”eminde o müzayede evine verilmiştir, ya bu ülkede bir sanatçının “borsasını” yükseltmek isteyen bir galerici tarafından verilmiştir ya da müzayedeci bir sanatçıdan eser almıştır. O müzayedenin “genel kokteyli” öyle oluşturulmuştur. Peki, normal bir koleksiyoner, bir ressamın ortada gezen herhangi bir işini mi alır? Yoksa belirli nedenlerle, birçoğu arasından seçerek, tercihen değişik dönemlerini de bilerek mi alır? Müzayedelerde ortada tek tük gezen bazı çok özel “Paris Ekolü” veya “öncü-soyut” işler arayabilirsiniz. Veya şu ya da bu ressamın çok az bulunan bir döneminden son örnekler veya eskizler peşinde olabilirsiniz. Ama atölyesinde üç yüz, galerisinde yirmi resim bekleyen bir sanatçının kaderine razı olarak “elde ne varmış, bakalım” mantığı, koleksiyoner açısından temellendirilemez, ciddi bir tavır olarak görülemez. Louis Vuitton çanta arayan bir hanım, ikinci el satıldığını duyduğu her hangi bir kırmızı bir orta boy çantaya mı gider, yoksa o markaya düşkünse mağazadan bin bir çeşit ve renk arasından mı seçer? “Aliye Hanım vefat etti” diye piyasaya sunulan ikinci el bir Louis Vuitton çantanın peşinde özellikle koşan bir kadın bulamayacaksınız. Ancak o çanta Jackie Kennedy veya Greta Garbo’ya ait ise veya üretimden kalkmışsa ve hiçbir yerde bulunmuyorsa, o müzayedede talipleri çıkar, hatta bu kişiler birbirleriyle çekişmeye girerler. Aynı şey satışa çıkan ikinci el bir Mercedes için de söylenebilir. Ne bir sanatçının, ne de bir firmanın genel değer skalasını ortada gezinen bir-iki ürünün fiyatı belirlemez.
Sanatçının eserleri, çeşitlilik veya bolluk arama işi dışında, ayrıca birbirlerinden çok farklıdır. Çünkü, her resim ayrı bir varlık, ayrı bir güç, ayrı bir düşünce yansıtır. Her biri ayrı bir yıl, ayrı bir ürün, ayrı bir dünyadır. Bu ve buna benzer binbir gerekçeyle bir ressamın tesadüfen “piyasaya” arz edilen şu ya da bu işinden onun “rayicini”çıkarmak veya “ne edip, etmediğini” her iki yönde de belirlemek mümkün değildir. Bir sanatçının işi o gün, özel nedenlerle rekabette olan veya birbiriyle çekişen iki kişi nedeniyle galeri fiyatının üç misline satılabilir. Bu, artık fiyatının o bareme tırmandığını göstermez. Ya da bir ressamın iki işinin “ucuza gitmesi” veya ortamda alıcı bulmaması da artık kendisinin para etmediği anlamına gelmez. Özellikle “topladığı”sanatçıların genel fiyatını düşürmeye çalışan alıcıların varlığını, artık çok insan biliyor. Bunlar komikten öte, cehaletten beslenen, ukalalıklarla gelişen, içi tamamen boş yargılardır. Veya bir sanatçının yeni ve “farklı” bir yapıtını anlamadığı veya gülünç bulduğu için almayan “alıcı”, o işin “değerini” mi saptamış olur? De Kooning’in “Woman” serisinin ilk desenlerini, örneklerini anlayamayan kişi, bu yapıtları “ezmiş” mi olur? Sanatçıların kariyerlerine değil, aralarında oluşturdukları anlık manipüle edilmiş borsalara bakarak “değer” saptandığını sanan insanlar, bu dünyaya paraşütle atılmış, sanat tarihinin varlığından habersiz, bir resmin neden para edebileceği konusundaki gerçek kriterlerle hiçbir ilişki kuramamış kişilerdir.

BİR RESMİ “DEĞERLİ” KILAN FAKTÖRLER NELERDİR?
Değeri oluşturan ana faktörler nelerdir? Burada belki üç paralel sanat tarihsel, bir de alıcıya göre kişisel kriterden söz edilebilir. Birinci tarihsel soru, “Tüm ismi, kariyeri göz önüne alındığında, sözü geçen yapıt, o sanatçının kendi tarihçesinde nereye oturmaktadır? Neden önemlidir veya değildir? Hangi dönemin ürünü, hangi önemli yapıtının veya döneminin habercisidir?”. Bu, sanatçının kişisel tarihidir. İkinci soru da “Bu sanatçı (ve ikinci aşamada bu yapıt) kendi ülkesinin sanat tarihinde nereye oturur? Ne kadar kalıcı olabilir?”. Daha ender sorulan üçüncü soru: “Bu sanatçı ve bu yapıtının dünya sanat tarihine girme ihtimali var mıdır? Yurt dışında ne kadar toz kaldırır?” Bu soruların “kulak dolgunluğu” yanıtları dışında, izi sürülebilecek birçok verisi vardır. Özetle “track-record” denilen bu izler arasında kaç yıldır sergi açtığı, nerelerde açtığı, kaç resim yaptığı, kaç sattığı, işlerinin yıllar üstünden hangi merdiven tırmanışlarıyla bugünkü fiyatlarına geldiği, hangi ünlü (yerli veya uluslararası) eleştirmenlere konu olduğu, hangi kitaplarda değinildiği, hangi müzelerde sergilendiği, hangi büyük sergilere davet edildiği, hangi yeni soluğun taşıyıcısı olduğu, hangi iddiayı kariyerine taşıdığı, ülkesinde hangi konumda olduğu gibi sayısız veri vardır. Dördüncü ve bunlardan farklı olan kişisel kriter ise, koleksiyonerin bu sanatçıdan ne kadar haz aldığı, onun yapıtlarından hangi dönemlerini ne kadar sevdiği, renk, doku, içerik, kavram açılarından yapıtla ne kadar ilişki kurduğunun yanıtlarıdır.
Türkiye’de toplu dedikodu mekanizmalarıyla bir şekilde kör topal yürüyen müzayede piyasalarında bu soruların yanıtları bulunamaz. O ortama sunulan herhangi bir Louis Vuitton çantayı merceğe alan kişi, o markanın gerçek koleksiyoneri olamaz. Ancak kolay bulunamayacak, mesela 1920 model tekil bir Louis Vuitton antika valiz, müzayedelerin gerçek aranan parçası olabilir. Yoksa gerçek koleksiyoner-alıcı, aradığı malın -halen varsa- kaynağına gider.  Hem farklı yapıtları, hem bunların taşıyıcı yayınları, hem satış noktasının gerekçelendirmelerini topluca görmek, değerlendirmek için zaten koleksiyoner kendi seçtiğini, kendi zevkini, kendi beğenilerini, kişisel duyu ve düşüncelerini beraber eriterek oluşturabildiği oranda “koleksiyoner” sıfatını hak eder. Yoksa olsa olsa “rüzgara göre eğilen bürokratlar” gibi ne taraftan lodos eserse, oraya eğilen köksüz ağaçlar gibi devrilir giderler. Hem de ayaklarının yerden kesildiğini fark edemeden, “Bir dakika ya, daha düne kadar bana parsel parsel sattığınız orman buralarda değil miydi?” şaşkınlığıyla donakalarak… Çünkü nasıl “Bienal Sanatı”na benzeyen yapıtlar ortada geziyorsa, dekoratif, evrensel, şık ve köksüz yapıtların moda ışıklarına kanarsanız, bu parıltı sizi uzun vadeye taşımaz...

GERÇEK KOLEKSİYONERİ 3. SINIF PİYASA VİRÜSÜNDEN AYIRAN NEDİR?
            Gerçek koleksiyoner, rüzgara göre değil, gerektiği zaman rüzgara karşı alım yapandır. Bir ressamın veya bir dönemin ucuzunu değil, -New York’ta ünlü MOMA (Modern Sanat Müzesi)’nın her zaman yaptığı gibi- iyisini, sanat tarihsel olarak güçlüsünü gerekirse pahalısını arayan insandır.Akımların bağlantılarını, yapıtların, dönemlerin kökenlerini araştıran, okuyan, beynini işin içine sokan, kaynakça arayan kişidir. Her şeyden önce kendi koleksiyonuna aldığı eseri sever ve onun arkasında durarak korur. Gerçek koleksiyoner, her şeyden önce kendine güvenir. Başka biri bir ressamdan aldı diye hemen kendi de alan, sattı diye satan kişi, papağan veya maymun koleksiyonerlikten öteye geçemez, amatör bir borsacı seviyesinde takılır kalır. Hormonlu piyasanın, içeriğini tanımadan ürünlerini aldığı bir iletkeni veya bir kobayı olur. Hepsi birbirine benzeyen ama hiçbiri birşeye benzemeyen fabrikasyon ameliyatlı burunlar ve silikonlu dudakların nankör dünyasına esir düşen genç mankenlerin kaderine benzer, başka tür bir ortaklığa itildiklerini göremezler.
Gerçek koleksiyoner, o yapıt alınmaya değiyorsa, herşeyden önce sanatçısı değdiği için bunun alınmaya değer olduğunu bilendir. Dolayısıyla gerçek içerik ve değer saptaması, o sanatçının hangi ürününün o alıcıya uyup uymadığı, atölye veya galerisinde belli olur. Mabet orasıdır. Gerçek koleksiyoner, sanatçı veya sanatçı-galerici ikilisi ile sürekli iletişimde kalıp, bu ilişkiyi beslediği oranda kendini ve oluşturduğu koleksiyonu besler. Her sanatçı geçmişi ve geleceği ile bir dünyadır. Beyni, karmaşık ve zengin bir labirenttir. Kendi ömür üstünden esas çalışma alanıdır. Gerçek sanatçıyı takip eden koleksiyoner, veya hepsi bir arada koleksiyoner, sanatçı ve galericisi onun yolculuğunda sanatçıyı içerikli ve zengin diyalogla besler. Beraber bir yansımalı “ekip” oluşturabilme ihtimalleri bile gündeme gelebilir.
Sonuçta sanatçı, görsel bulgularını, dehasını, kabiliyetinin karşılıklarını ve kabulünü, bir “mecène” (mesen: sanat destekçisi) havası da taşıyabilen koleksiyonerde ve kendisine gerçek anlamda değer veren galericisinde bulabildiği oranda, o güven ortamının da verdiği güçle atölyesine gerçekten kapanıp, ruhunu ve düşüncelerini, gelecek dünyasına teslim eder. Burada galericiler konusundaki ayrım çok önemli: Çünkü sanatçıya “hızla sağılacak inek” gibi bakan galerici ile, onun kariyerini düşünerek hamlelerini seçen galerici arasındaki fark, gündüzle gece farkı gibidir.  Gerçek bir galeri, uzun soluklu bir sanatçı, sorumlu bir sanat tarihçi gibi davranarak bu ortamda hızlı para getirisinin dışında hangi değerlerin ön planda kalacağını bilir ve inandığı sanatı sergiler. Sanatçılar şaraba benzer. En taze ürünleri, en hoş tadı bırakan, en çarpıcı işler olabilir ya da olgunluk dönemlerinde, en oturmuş, en gelişmiş işlerine yönelirler. Dedikodulara dayanarak sanatçıların yalnız şu ya da bu dönemlerini arayanlar, onun “yeni ve taze” ürettiği işler, henüz eskimediği için bunlara bakmadan sırt çeviren insanlar, gerçek anlamda hiçbir sanatçının koleksiyoneri olamazlar. Yalnız tek bir dönemini topladığı sanatçının bile, tüm kariyerini izlemeye mecburdur gerçek bir koleksiyoner. Ne dar görüşlü, ne önyargılı olma hakkı vardır. Özellikle de yeni düşünsel ve estetik sunumların connaisseurler tarafından bile ancak zaman içinde algılanabildiğini bilir.
Uzun lafın kısası, bir vur-kaç borsası değildir “sanat dünyası”. Esas adı da “resim piyasası” filan değildir.

SANAT DÜNYASI VE RESİM BORSASININ FARKI!
O “piyasa”, geçici sığ tüccarların oluşturduğu, sığır eti piyasası benzeri, sanal, hormonlu, gösteriş meraklı kültür yoksunu “nouveaux-riches”piyasasının ta kendisidir. Bir “komedi-korku”filmi benzeri tavırlarla, müzayedelerde kendi aralarında ellerini kaldırıp indiren insanların önemli bir kısmı, olsa olsa kendi aralarında futbol yorumladığını sanan yaşlı teyzeler gibi olabilirler. Yani kaleciyi yakışıklılığına, santrforu eğitimine, hakemi gömleğinin kolasına göre puanlayan, ama yorumlarını çok ciddiye alan tuhaf (!) insanlar!
Hiç kimse bu piyasaya toy veya “yuppie” hızlı borsacılar gibi ne kadar kurnaz ve zeki olduğunu, “yatırımını nasıl iki yılda beşe katladığını” göstermek için girmesin. Hisse senedi piyasasında kalsın. Sanat dünyasına, marifetli tefeci kriterleri, uyanıklık ve el çabukluğu gösterileriyle girmesin. Beraber hareket ederek ucuza kapatılan toplu karar alımlarının, borsa şişirme seanslarının “altı boş” olduktan sonra, bu manevralar ve yanlış hesap Bağdat’tan döner. Piyasa o anı yutmuş ve hazmetmiş görünür. Ama tarihi kandıramazsınız. Üzerine “çok hoş, çok frapan, çok şık duruyor”dan başka hiçbir şey kaleme alamayacağınız işler, nereye kadar gider? Pompalanan bu gaz yüklü ortamlara teslim olan galericiler de bu yapay koleksiyoner furyasının dönem taşıyıcısı olmaktan öteye gidemezler. Para hayatta kesinlikle her şey değildir. Sanat dünyasında ise hiç değildir. Kapitalizmin gücü ile “piyasaya dalarak” istediği alanda at koşturacağını sananlar çok yanılırlar. Herşeyden önce sanata ve gerçek sanatçılara karşı biraz daha saygılı ve mesafeli olmayı öğrenmeye mecburdurlar. Biraz mütevazı kalmanın, bu dünyada sayılamayacak kadar çok yararı vardır. Elinde para olan ve kapitalizmin gücüyle bu “piyasayı” alelacele alt üst edebileceğini sananlar, bu ortamın basit ve yoz bir hisse senedi piyasası olmadığını öğrenmeye mecburdurlar. Yurtdışında kuşaklara dayanan köklü bir sanat koleksiyonculuğu geleneğinden gelen sanat aristokrasinin nasıl gösterişten uzak ve sanata saygılı olduğunu araştırabilirler.

SANAT DÜNYASINDA HERKES KENDİ İŞİNİ YAPSA...
Aynı şekilde, burada sıkça adı geçen müzayede evleri, normalde sanatın değerinin artması, yaygınlaşması ve sanat tarihsel gerçeklerin yerine oturması konusunda çok olumlu bir rol üstlenmesi gereken kurumlardır. Kendisini “galericiler” yerine koymak yerine, “müzayedeye değer” parçaları, gerekçeleriyle beraber sanat ortamına sunmayı göze alabilseler, bunu hedefleseler, Türk Sanatı’nda taşlar çok daha yerine oturabilir. Türkiye’de bu rolü üstlenebilecek köklü müzayede evleri mevcuttur. Müzayede evleri, galericiliğe soyunmak yerine kendi görevlerini yapmalıdırlar. Galeri sergilerinin sanatçıları ve yeni dönem eserlerini ortaya savunarak koyan sunumları olmadan, bu “taze” işlerin doğum sonrası hemen müzayedelere alınması, absürd ve herkese zararı olan bir sistem içi gaftır. Sanat dünyasında, galericilerin, müzecilerin, müzayede evlerinin, eleştirmenlerin, sanatçıların, birbirini tamamlayan farklı işlevleri ardır. Birbirinin alanına saygı, değer yargılarının oturmasına yardımcı olacaktır. Mesela galericilerin de her biri müzayedeciliğe soyunsa, müzayede evleri bundan herhalde fazla keyif almazlardı. Bir müzayede evi, ne bir galeridir, ne de bir müze. Bu farklı kurumların varlığı, birbirine alternatif olmaya çalışmadan, birbirini desteklemelidir. Son yıllarda Türkiye’de müzayede evlerinin işin her açıdan dozunu kaçırıp, neredeyse galerilerin varoluş nedenini sorgulatacak bir yoğunluk aramaları, uzun vadede, kendilerine bile bir sorun teşkil edecektir.

KANEPEYE UYGUN RESİM ALANLAR DAHA SAMİMİYDİ!
Size bir itirafta bulunacağım: Hani 80’ler hatta 90’larda alay edilen bir alıcı türü vardı ya? “Kanepesine uygun resim alıyor” diye bol bol dalga geçilen... İşte onları bile bazen arıyorum desem inanır mısınız bana? Çünkü hiç olmazsa o aileler, ne bilip ne bilmediklerinin farkındalardı! Olmadıkları bir şahıs rolüne, kalıbına sığmaya çalışmıyorlardı! “Biz buyuz, bu resmi  sevdik, bununla yaşayabiliriz, şöminenin üstüne sığıyor, mavi kanepemle de asorti halinde” diyorlardı tüm iyi niyet, dobralık ve saflıklarıyla! Kıyaslarsam bugün cahil-ukalalıklarına bürünmüş, kokteyllerde fink atan, uyanıklığını kanıtlayacak “mal” bulma merakıyla gezinen borsacılardan üç-beş kere daha gerçek ve sempatik bile geliyorlardı bana!
Daha dün bu “resim borsasına” koleksiyoner veya galerici olarak balıklama atlamaya karar verip iki günde kendini kırk yıllık sanatçı veya galericilerin doğal olarak (!) önünde görme sendromu, ağır bir hastalıktan başka bir şey değildir. Üç tane yabancı bağlantı, iki usta mimarla dizayn edilen şık “space”ler veya İngilizce galeri isimleri ve portföyde zaten hazır bulunan elden ele dolaştırılan zengin potansiyel alıcılar listesi, olsa olsa bu değerli zatları sanat dünyasının eğreti eki, yaması yapar. Onları bu dünyanın lideri yapamayacağı gibi, saygın, kabul gören bir unsuru bile yapmaz. Her yeni, önemli ve zengin “resim alıcısı” aynı anda iki yılda hem “koleksiyoner” hem “galerici” hem olup, oradan da “müzeciliğe” transfer olamaz! Bir çocuğu dokuz ay yerine özel sebeplerden altı buçuk ayda doğurabilirsiniz. Ama dört ya da beş ayda doğurmaya kalksanız, acelenizden sakat bir bebek yaratırsınız. Kimse bu dünyaya kendini güçlü gördü diye sahte peygambercilik oynamaya gelmesin. Bu “piyasayı” -demin de belirttiğim gibi- hızla sağılacak bir inek olarak görenler, ardından iskambil kağıdı kuleleri gibi devrilip gitmişlerdir. Burada sanatı bilen, yıllardır bu meslekte olan galericilerle, bu “moda”dan nasibini almak için bu işe dalan “art-business”meraklılarını ayırt etmek gerekir.

ELEŞTİRİ YERİNE BASIN BÜLTENLERİ!
Medyanın siyasi ve düşünsel iflasının bu yozlaşmada da tabii ki rolü var. İktidardan korkan, siyasal bağımsızlığını çöpe atmış bir merkez medya mantığı, bundan da önce sanatsal gerçek yorum haklarını kullanmaktan vazgeçerek kapitalle arasını iyi tutmak adına “eleştirmen” koltuğunu çöpe atmış, sanat-kültür sayfalarını basın bültenleri ve halkla ilişkiler düzeyinde röportajlara açtı. Dolayısıyla, zaten artık sunulan işin bir sağlaması, bir aranır gerekçesi, bir sorgulanması  mevzu bahis değil! Kapital ve reklam ilişkilerinin, medya ve holding patronları dostluklarının  belirlediği alanlar haline dönüşebiliyor sanat sayfaları...
“Açtım kondu, yaptım oldu” mantığı egemen. Günümüz iktidarının siyaset anlayışına da bir hayli paralel ve uyumlu bir tavır değil mi bu!
Hızlı para döngüsü adına oluşturulan parlak sunumlar, çağdaş, havalı, güncel sanata benzeyen “gibicilik”oynayan “işler” ve üzerinde pek bir düşünce üretilemeyecek dekor parçaları... Sanatı taşımak istedikleri nokta bu. “Birini tutuklayalım, ardından suçunu buluruz” mantığı gibi “Şu sergiyi asıp hızla satalım, ardından bir şeyler yazacak birini -halen okuyan kaldıysa- uydururuz” dönemi bu…

PEKİ BU ORTAMDA GENÇ SANATÇILAR NE YAPIYOR?
İşin daha acı kısmı, birçok genç sanatçının da bu akıma elektrik çarpmışçasına katılmaları. Düşüncesi, ifade özgürlüğü nasıl iflas ettirilmiş, hangi gazeteciler hapisteymiş, hangi uydurma sahte kanıtlarla kimler kaç ay ya da kaç yıl hapiste kalmış, savaş çıkmak üzereymiş kime ne? Nasıl olsa işler tıkırında görünüyor ve ekonomi sanki hala dönüyor. Yeni galeriler arasında yaşanan, karşı devrimi hiç algılamamışçasına hala Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı işlere prim vermek ve savunmak, ne ilginçtir ki hala “in”! Allah akıl fikir versin! Özgürlük, demokrasi, insan hakları, hürriyet kavramlarını düşünmeyen ya da anlamayan, yalnız para bilen bazı sanatçı meslektaşlarımız var. Halbuki biraz tarihi deşseler, gerçek sanatçı için üzerinde durduğu “pozisyon” taşının, banka hesaplarından daha önemli ve daha kalıcı olduğunu görecekler. Bu “duruş” kuş bakışıyla, kim olduğunu, nerede durduğunu, neyi kime borçlu olduğunu, tüm kökleriyle bilen ve bunlara ihanet etmenin kendi bindiği dalı kesmekten başka bir şey olmadığını bilen bir duruş. Aç ya da tok olmaktan çok daha önemlidir bu. Yakın tarihimizde söylenmiş, ”Gerekirse yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu yeni dünyada yerini alır”sözlerini kim, kime, ne zaman, niçin söylemiş; bunları bilmesi gerekir. Çünkü aynı cümleyi her an kendisi de sarf edebilecek insandır gerçek sanatçı. İsterse milyar doları olsun, alıcısının karşısında kendini ezdirmeyen, kendini ondan aşağı görmeyen kişidir... Maalesef kimi genç sanatçılarda görülen bu tatmin olmaz hızlı para kazanma, her ne pahasına olursa olsun hızlı tanınma ve kendini salt paraya endeksleme hırsı, alarm verici boyutlardadır.

SAHTE TARİHİN KALPAZANLARI
Kendi siyasal ve sanat tarihsel aidiyetlerinin ne olduğunu, bulunduğu noktayı kimlere borçlu olduğunu ve nereden geldiğini bilir. Küratörlük ve sanat tarihçiliğin tartışılmaz önemini ve köklerini inkâr ederek tepeden inme yapay senaryolarla kendilerini, şımarıkça bu meslek üzerinden ülke sanat ortamına dayatma yolunu seçen kimi bahtsızların yerini, artık kapital üzerinden “piyasa” yönetmenliği yapan ve işi birbirini okşamak-tokatlamak olan, “yeni-köksüz” başka bir tipoloji almıştır. Halbuki kökün yoksa, bir soyağacına ait değilsen, sen ya çalıntısın ya uydurmasın ya da gibi gibicilik yapıyorsundur. Sanat ortamında bunları bilen ve buna saygı gösteren insan sayısında hızla azalma yaşandığını kim inkar edebilir? Sanat ortamına enjekte edilen bu aceleci, piyasacı ve oportünist furyayla beraber, utanç verici derecede saptırılmış “Çağdaş Türk Sanatı” hakkında üretilen sahte ve uydurma kitaplar “bozuk düzenden nasibini almak isteyen“ yeni kuşak bazı sanatçıların ve onların maddi destekçilerinin bir tezgahıdır. Tarihin resmî ve tescilli olarak kayıt altına alınmamasının bu kadar istismar edildiği başka bir ülke bulamazsınız. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde, çağdaş “güncel” sanatı, bu kadar damdan düşme, köksüz, 90’ların ortasında hasbelkader başlamış, geçmişi kimliksiz bir alan olarak gösteren, “İpini Koparmış” (!), “Kullanıcı Kılavuzu” tipolojisinde sahte tarih üreten koca ciltli kitaplar bulamazsınız! Geçmişini tanımayan ve ona saygısı olmayan bu sahte öncü sanatçılar dizisinin mumu, ancak yatsıya kadar yanar! Bu ülkede sanatın büyük dönüşümü, 70’lerin sonu ve 80’lerde gerçekleşmiştir, son 20 yılda değil! Türk Sanatı’nın 70’lerin sonu 80’lerin başı ve tüm 80’ler boyunca geçirdiği dev dönüşümü görmemek veya yok saymak için insanın omurgasız bir devekuşu olası gerekir. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde bu seviyesizlikte yayınlar piyasaya sorumsuz bir şekilde sunulamaz.
Tabii işin farklı başka yöntemleri de var. Yarım yamalak ve sahte tarih üreten bir kitapta bile belli bir ölçüde emek, zaman ve para yatırımı vardır. Bunlara “tenezzül etmeden” bir günde ortaya çıkıp “Benim resimlerim artık beheri 2 milyon dolar” diye şakıyıp bunu kanıtlamaya çalışmak için de sahte alıcı isimleri ortaya döken soytarılar bile mevcuttur.
Bu traji komedilein sahneye konulabilmesinin ana nedeni, ortada gezen yeni bir “sanat adamı” tipolojisidir. Sanatçıları, eserlerinin gücü ve iddiasıyla değil, yıllık cirolarıyla ele alan bir insan türü. Bilmem mesela şunu hatırlatmamızın bu arkadaşlara hiçbir katkısı olur mu? Modern resmin tartışılmaz babalarından Edouard Manet’nin ölümüne beş yıl kala piyasaya müzayedeye çıkan işlerinden yalnız biri 700 franga satılmış, diğerlerl “elde kalmıştır”. Bugün ortada birinin elden çıkarmak isteyeceği satılık tek bir Manet bile bulamazsınız. Müzayedeler, aynı zamanda burjuvaların çoğu yaşayan sanatçı hakkında yaptıkları dev hataların tarihçesidir!
Vurgulanması gereken en önemli sonuç şu: Burada öne çıkardığımız sistem hatalarında ısrar edilirse, sanatı piyasa zorlamalarına, yapay pompalamalar ve ölümcül hormonlar eşliğinde boğdurma operasyonu bu şekilde sürerse, genç Türk Sanatı hiç beklemediği ve hak etmediği bir şekilde  “çıkıştayım” zannederken, “özlük hakları” elinden alınarak boşluktan uçuruma düşecek! Çünkü kökeni nereden geldiği belli olmayan bir yapıya kimse saygı duymaz ve çöküşü engellenemez. Bu düzenin bu kadar yozlaşmaya açık olmasının arkasında, Türkiye’de en eski (ve tek!) Modern Sanat Müzesi’nin yalnız 8 yıllık olmasının getirdiği meydan boşluğu vardır. Bu kadar açık tarih kalpazanlığına cüret eden insan sayısının bolluğunun nedeni budur.

DIŞ FUARLARIN PRESTİJİ BÜYÜK TURLARI!
Bir diğer hatırlatmayı da galericilerimize ve koleksiyonerlerimize yapmak kaçınılmazdır: Türkiye’de çağdaş sanata ayrılan “alım bütçesi” her yıl giderek artan özendirmelerle, hem de dev bütçelere, Batılı sanatçılara doğru kayarken, bu ”al-sat”kültürel ticareti ne yazık ki diğer yönde hiç aynı oranlarda yapılamamaktadır. Bu makalenin önceki bölümlerinde vurguladığım gibi, “Türk sanatını değerli ve aranır” kılacak gerçek toplu çıkışlar, devletin ve özel sektörün zaafları ve Batı’nın malum ön yargıları nedeniyle gerçekleştirilemezken, bu “Batılı alımlar” cirosunun büyük oranlarda artmaması hiç de şaşırtıcı değildir. Türk alıcıları, bu ters ticarette, “ihracat açığındaki dengesizlikleri” fark edemezlerse, kendi topraklarını kurutacaklar, kaş yapayım derken göz çıkaracaklardır.
Bu “dış alımlar”, istisnalar dışında genel olarak iki şekilde gerçekleşmektedir. Ya dediğimiz gibi  Türk Galerilerinin getirdiği yabancı sanatçıların satışı, ya da tam bir haçlı seferine gider gibi gerçekleşen toplu veya ayrı çıkılan dış fuar gezileridir. Tabii ki Türk koleksiyonerlerinin güncel fuarları takip etmeleri, bilgi ve deneyimlerini arttırmaları ya da yeni önemli dış eserler satın almaları sonuçta olumsuz değil, tabii ki olumlu puanlarıdır. Ancak ortada şöyle bir nokta da dikkat çekiyor: Bu dış geziler öyle bir yoğunluk ve neredeyse “kanuni mecburiyet” ritminde yapılmaktadır ki, sanki yılboyu sırayla, en azından New York Armory Arco, Basel, Frieze ve Miami’ye gidilmezse, o koleksiyoner ayıplanacak veya çaptan düşmüş 2. sınıf konumuna  gerileyecektir. Bu tavrı anlamak pek mümkün gelmiyor bana. Ve 0 dan 100 kilometrey hıza çıkan araba misali oluşmuştur bu hız. Şu farkla ki, 5-10 sene önce, ortada bu trendden eser yokken, bir zoraki özenti moda gibi ortama çöküvermiştir bu olgu. Uzun lafın kısası, işin dozunu kaçırınca, biraz yapaylık ve “yarıştırma” kokmaktadır bu seyahatler,...
ARTIK GERÇEK BİLANÇOLARI ÇIKARMA ZAMANI
Türk sanat ortamı, artık bu aşırı hızlı kabuk değişimi furyasının gerçek artı ve eksilerinin bilançosunu çıkarmaya, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartışmaya açmaya mecburdur. Ne Batılı ortamlarda ne yurt içinde sanatın gücünü para ile harmanlayarak, bir saman balyasının üstünde yere sağlam basmak mümkün değildir. Yoksa Batı’ya tek yönlü yağ çekerek kendi içinde gerçek bir dünya oluşturmak yerine, dış stratosferlerde patlayıp gidecek bir zepline binmekten öteye gidemeyiz. Türk sanat ortamı, sanatçısıyla, koleksiyoneriyle, galericisiyle ani yıldırım parlamalarını terkedip artık içeride ve dışarıda sabırla kendi sağlam yapısını kataloge ederek yükseltmelidir.Bu devleti yöneten hükümetlerin henüz tek bir modern-çağdaş sanat müzesi kurmamış oldukları, ama AKP’nin ülkenin en görkemli camiyi Çamlıca’ya kondurarak 100.000 cami barajını aştığı şu günlerde, Türk Sanatı’nı belgeleme görevi, özel girişimlere kalmıştır. Bu bağlamda, Yahşi Baraz’ın geçen aylarda yayınlanan ve 37 yılı aşkın galericilik faaliyetlerinin tüm bilançolarını ortaya döken “Yahşi Baraz’ın Türk Sanatına Yön Veren Büyük Sergileri” başlıklı üç ciltlik eser, çok önemli bir inşa çabasının kalıcı belgesidir. Bu büyük toplu çıkışlar ve araştırmalar, kalıcı yayınlar ve sergiler eşliğinde yapılmadan, bu çabalar yurtdışına taşınmadan, bu yaldızlı ve bol reklamlı medyatik sözde piyasa patlamaları hiçbir yere varamaz.
15 Nisan’da “Dünya Sanat Günü” vesilesiyle Adnan Çoker ve Komet’e UPSD olarak ömür üstünden başarı ödülü verdik. Bunu bir “taze-eski-genç” sanatçıya söyleyip onu da törene davet ettim. Rahatsız olup, şakayla karışık bir tonla “Artık onlar eskidi, biraz yeni isimlere bakın” dediğinde şaşırmadım. “Fast Food” anlayış öyle bir noktaya taşınmıştı ki, adına “kariyer-onur-başarı” ne derseniz deyin, ömür üstünden verilecek ödüllerin bile daha hızlı erişilip, iki ayda doğan çocuk misali, elli yıl harcamadan elde edilmesi lazımdı. Devir, fiber hızlı internet devri değil miydi? Neydi bu bizdeki tutuculuk? Bıkmamış mıydık bu dinozorlardan?

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

15 Ekim 2012 Pazartesi

FATİH HİLMİOĞLU’NUN ACISI VE HAYKIRIŞI / Bedri Baykam / 16 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



             İnsanın sevgili babasının cenazesine katılması, evrenin kendisine sunduğu en ağır sınavlardan biridir. Maalesef çok iyi bildiğim bir dramdır. Çocukluğunuzdan beri her an korktuğunuz şey bir gün gerçekleşir ve sizi dünyaya getiren iki insandan birini kaybedersiniz. Bilinçaltı bu beklenti yıllardır içinizde olduğu için birazcık hazırlıklısınızdır buna... Ama bir de bunun tersi vardır. Yani annenin-babanın oğlunu-kızını zamansız kaybetmesi felaketi. İşte doğa sizi buna bilinçaltınızda alıştırmamıştır. Akışın beklentilerine girmez. Acı daha da katlanır bu yüzden. Hele o baba en akla sığmayan nedenlerle hapiste tutuluyorsa!
           Bir kaç hafta önce yine Ergenekon davasını izlediğim bir gün, Malatya Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’yla uzun uzun sohbet etme imkanı buldum. Her zamanki vakur duruşuyla bana aşağıda okuyacağınız şekilde Ergenekon davasını analiz ediyordu. Kendisine en kısa zamanda bu savları ele alacağımızı söylemiştim. Araya Balyoz davası, iktidarın Taksim çıkartması gibi hayati gündem konuları gelince bu haftaya ertelenmişti bu yazı. Nereden bilebilirdim ki satırlarımın en ağır yanı, yüreği kanayan ve oğlunu kaybetmiş bir  babayı teselli etme, daha doğrusu “edememe” ve acısını paylaşmaya çalışma olacak? Allah sabır versin Sn. Hilmioğlu’na... Kendisi hayatının en acı haberini en dramatik şekilde alıp sağlığını daha da kaybederek Ankara’ya 8 saat sonra götürüldüğü gece, ne kadar ilginçtir ki, yine en katı duvarla karşılaşmış. Yetkililer “Hayır gece kendi evinde kalmana izin yok” haberini verdikten sonra ailesiyle bir saat kalıp Sincan ceza evine yollanmış Hilmioğlu. Buna benzer insanlık dışı normları duyunca gerçekten kendime soruyorum: Empati denilen olgu, bu insanlarda hiç mi yok? Yarın aynı davranışı bir başkası kendilerine yapsa, ne hissederlerdi, çok merak ediyorum... Herhalde aynaya bakıp kendileriyle ilgili dehşete düşerlerdi!
             Hilmioğlu, hep bana yansımış olan değerli yüzüyle, örnek bir Atatürkçü hoca, örnek çalışkan bir insan, ülkesine yalnız iyilik yapmak için, aydın gençler yetiştirmek için  ömrünü vermiş bir büyük rektör. Herhalde cezaevinde yalnız kaldığı anlarda kendi kendine “Meğer hiç bir iyilik cezasız kalmaz sözü doğruymuş!” diye kendi kendini sorgulayan bir insan aynı zamanda.
             Hilmioğlu, Ergenekon davası konusunda yargı merciilerinin, kamuoyunun ve siyasilerimizin dikkatini iki noktaya çekiyor. Bunların ilki, “Ergenekon” adı verilen bir terör örgütünün varlığını bugüne kadar kanıtlamış hiç bir kurum bulunamaması hakkında: Yıllardır bu konu en derin şekliyle ve ısrarla, MİT’e, akeri İstihbarat ‘a, Polis’e, ve hatta basına soruluyor. Bugüne kadar böyle bir örgütü bu dava dışında duyan yok. Hiç bir devlet kurumu’ndan tek bir olumlu yanıt yok. Mahkeme heyeti’nin bunu sormadığı kapı kalmamışken hala neyin peşindeler merak ediyorum. Bu kadar yüksek imkanlarla bu tek yönlü soruşturmada bile yıllardır bir şey çıkmıyorsa, bu nasıl bir dava oluyor anlayamıyorum.”
            Doğru söze ne denir? Yani bu ülkenin tüm istihbarat örgütleri, toptan sıfır mı çekiyorlar da böylesine “Cumhuriyet’in canına kastetmiş” dev bir örgütün tek bir izi çıkmıyor? Bu bir fiyasko değildir de nedir? Ama Hilmioğlu’nun çıkışı bununla da sınırlı değil. Bakın ne ekliyor: “Bu davanın özü, adı geçen ‘Örgüt’ ün, bir ‘darbe girişimi’ yaptığı iddiası üzerine kuruludur. Sn. Savcı’nın kendisi, ‘Bu davanın özü 2003-2004 darbe girişimi iddiasıdır.’ diye belirtmiştir. Bu konuda en yetkili kişi ve Genel Kurmay Başkanı olan Hilmi Özkök,  ifade vermeye gelmiş ve ‘Böyle bir darbe girişimi olmamıştır’ diyerek kesin görüşünü açıklamıştır. Yani ne dediği belirsiz, güvenilmez sapkın gizli tanıkların mı sözleri daha değerlidir, yoksa Sn. Genel Kurmay Başkanı’nı sözleri mi? İşte bu nedenlerle bu konu artık bitmiştir. Olmayan örgütün olmayan darbe teşebbüsü nedeniyle daha kimi ne kadar tutabilirler burada? Artık yargının da toplumun da bunu görmesi lazımdır.”
            Hilmioğlu’nun bu samimi ifadelerinin toplumun her kategorisine ulaşması lazımdır. Bu hafta sonu yine Taksim’de yaptığımız “Taksim için Taksim’e”mitingi güzel geçti ama istediğimiz kitlesel yoğunluk yoktu. İnsanlar akıllarını başlarına almazlarsa, daha çok Hilmioğlu, çok Taksim zarar görür. Demokratik tepki haklarınızı kullanmazsanız,  bu sütunlar şikayet ve üzücü durum tespitlerinin ötesine geçemez...
   

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..                                                                                                                                                                               

8 Ekim 2012 Pazartesi

TAKSİM’DEN S.O.S. MEKTUBU! / Bedri Baykam / 9 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            Hem de ne S.O.S.! Titanic’in Iceberg’e çarptıktan sonra verdiği “mayday-mayday” çağrıları gibi alarm zillerini elinden geldiği kadar çalıp, bugüne kadar kendisini sorumsuzca kullanan nankör milyonlara sesleniyor Taksim Meydanı:
           “Yıllardır benim üstümde buluştunuz, aşık oldunuz, her türlü ilerici siyasi mitingi, buluşmayı,  yürüyüşü gerçekleştirdiniz, geceleri o sel gibi aktığınız Beyoğlu sokaklarından geçmek için hep beni kullandınız. Size nefes verdim, umut verdim, tarihinize tanıklık ettim, geceleri ucuz ve eşsiz tadlı büfelerimde ıslak hamburgerlerimle, atom içeceklerimle, muzlu sütlerimle, döner kebaplarımla sizi besledim. Birbirinize darıldığınızda yine ucuz çiçeklerimle yeniden birbirinize sarılmanızı sağladım. Kentin neresine giderseniz gidin, size hep yol gösterdim, dünyanın her yerine uçak biletlerinizi, geceleri ayılmanız için açık hava, sabahları neşe ve kahvaltı verdim. Dergi, kitap, sinema, tiyatro, sergiler,kültür verdim; verdim oğlu verdim! Cumhuriyet tarihimiz boyunca hep giderek daha çok verdim. Ve şimdi siz, benim imha planım uygulanmaya konmak üzereyken, hala o sorumsuz donuk bakışlarınızla önümden geçip, elinizdeki  o acaip aletlere hipnotize edilmiş gibi bakarak, tuşlara basıp tatmin olmuş görünerek önümden uzaklaşıp gidiyorsunuz. Yine sahte gülücüklerle sözde birbirinizle ‘cepten’ konuşuyorsunuz. Ama ruhunuz kaçmış, beyniniz büzülmüş, insanlığınız robotlar dünyayı istila etmeden yok olmuş, suratıma bile baktığınız yok, yok oluşum umrunuzda bile değil, hatta o kadar  her ne haltsa ‘sanal’ dediğiniz dünyanıza ve ne işe yaradığı belirsiz toplantılarınıza ve para koşunuza hapsolmuşsunuz ki, belki haberiniz bile yok olan bitenden! Ne yapmamı bekliyorsunuz? Deniz Gezmiş’i mezarından çıkarıp sizi silkelemesini ve başınıza geçmesini talep etmekten başka şey aklıma gelmiyor ama onu da nasıl yapabilirim bilemiyorum... Ya da kalbimde 1925’den beri duran o muhteşem Atatürk ve Kurtuluş Savaşı heykelindeki  tarihi -ve ne yazık ki yeri doldurulmaz olduğunu bedelini ödeyerek öğrendiğim – kişiliklerin canlanmasını ve bana bu işkenceyi, bu yok oluşu reva görenlere haddini bildirmesini diliyorum. Artık göremediğimiz o bir gün önce çıkan günlük gazeteleri satan ve “Gasteler yarınkiii!!” diye yanık sesle bağırarak satış yapan gençler şimdi de “yazıyoo, yazıyooo, yarın Taksim yıkımının başlayacağını yazıyoooo” diye ortalığı inletseler acaba uyanır mıydınız bu uzun kış uykunuzdan? Ne kadar meraklıymışsınız suçu başkasına atmaya! ‘30 yıldır 12 Eylül toplumu pasifize etti’ diye şikayet edip kendi içinizi rahatlatıp güya kendinizi aklıyorsunuz. Ama tekinizin aklına gelmiyor ki o toplum Madagaskarda filan değil. O toplum sizsiniz. Başkası değil. Bahanelerin arkasına saklanacağınıza neden ayağa kalkmıyorsunuz?  Bilmek istiyorsanız söyleyeyim: daha şimdiden yerin dibine battım. Ama o insafsız ve izansız kazmalar henüz böğrüme saplanmadı.  Sizlerin vefasızlığını ve sorumsuz beyin boşalmanızı izlediğim için yerin dibine battım. Kendi çıkarlarınızı bile korumaktan aciz, zavallı bir konuma itilmişsiniz. Siz bu kadar edilgen seyirci rolünde kalırsanız, her şeye müstahaksınız. ‘Taksim ıssızlaşacak, kimliksizleştirilecek’ diye yazılar yazıp sizi dürtmeye kalkanlar var. Ama kesinlikle uyuşturucu ağır anestezi almış gibisiniz. Sizi temsil ettiğini sandığınız ama esasında politikacılık oynar gibi yapmaktan öteye gitmeyen koca ‘Milletvekillerinizin’ hiç aklına geldi mi kürsüye çıkıp ‘ya, biz taksi şöförlerine, öğrencilere, esnafa , halka sorduk, -bu işler iyidir yapılsın- diyen tek insan çıkmadı, bu yetkiyi kimden aldınız, ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Bu ne telaş? Yangından mal mı kaçırıyorsunuz’  diyebilmek? Geçenlerde üzerimdeki büyük ekrandan görüp anladım: Benim de her yerimi, o güzel beni ben yapan salaş halimi yok edip, Dubai’daki mermer döküm Arap mahallelerine benzetmeye çalışacaklar. Yani sevgilinizi alıp, o kimliksiz ameliyatlarla maymuna benzetilen sentetik eski modeller gibi birini verecekler yerine! Bana Cumhuriyet’i temsil ettiğim için saldırdıklarının farkındasınız değil mi? Hani duydum, Anayasanıza da, Ankara’da Ulus Meydanınıza da, eğitim odaklarınıza da nasıl saldırdılarsa, aynen öyle saldıracaklar, aynı nedenlerle. Ana neden bu... Anladınız mı biraz? O yüzden itibarsızlaştırılıp ticarethane ve Arap Parklarına benzetiliyorum, anlatabildim mi derdimi, alo orada kimse var mı?”
            Ben bu mektubu SİZE ilettim. İşe Gezi Parkı’ndan esnafa destek olarak başlayın, kendinizi affettirin derim...  Biliyorum çok dolusunuz, ama Taksim bana SİZİN adınızı vermişti,  ne yapabilirim ki?

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

"INTERNATIONAL UNDERGROUND" 18 Ekim - 26 Kasım 2012 tarihleri arasında Piramid Sanat'ta..


“INTERNATIONAL UNDERGROUND”
PİRAMİD SANAT
18 Ekim – 26 Kasım 2012


Piramid Sanat, 18 Ekim – 26 Kasım tarihleri arasında “International Underground” başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor. Bedri Baykam’ın küratörlüğünü üstlendiği sergiye, değişik ülkelerden 8 sanatçı ve 3 sanatçı kolektifi katılıyor.

Aimée Zito Lema (Amsterdam), David Middlebrook (California), Genco Gülan (İstanbul), Giusseppe Belvedere-Bedri Baykam (Paris-İstanbul),Eva Beierheimer ve Miriam Laussegger (Viyana), Núria Güell (İspanya), Peter Polach (Slovakya), Radenko Milak (Bosna Hersek), Ray Harris(Avustralya), Third Belgrade Grubu (Belgrad) ve Veljko Zejak (Slovakya)’ın katılımıyla gerçekleşecek olan “International Underground”sergisinde, 8 farklı ülkeden katılan 8 sanatçı ve 3 sanatçı kolektifi tarafından hazırlanmış, çeşitli teknik ve disiplinde eserler yer alıyor.

Bedri Baykam, sergide farklı disiplinlerden sanatçıları bir araya getirirken onların ünlü veya ünsüz, satılabilir veya satılamaz olup olmadıklarıyla ilgilenmiyor. Sanat dünyasında “yeraltı” diyebileceğimiz bir noktada varlıklarını deniz dibinde belirsiz canlılar gibi yaşayan en az tanınmış sanatçıları, hatta Paris’te çektiği videoda zoraki sanat partneri haline getirdiği Giusseppe Belvedere gibi sanat dışı sokak dünyasından insanları bile sanatın dilini ve insanlık tarihinin temel mekanizmalarını ortaya koyma girişiminde bir araya getiriyor. Bu yolda da Baykam, küratörlüğün oluşturmayı sevdiği zoraki ortak paydalara ve siparişlere fazla prim vermeden birçoğu birbiriyle diyaloga geçen ve daha önce var olmuş işleri seçiyor.

Eva Beierheimer ve Miriam Laussegger “Art Word” isimli yerleştirmelerinde Baykam’ın 1992’de sunumunu yaptığı “Post Duchamp Krizi”konferansında gündeme getirdiği, Çağdaş Sanat’ın metine bağımlılığı konusunu en çarpıcı şekilde gerçekleştiriyorlar. Denemek çok kolay! Çağdaş Sanat jargonuna giren dört kelime seçip bunlarla inşa edilmiş bir metin siparişi verebilirsiniz.
David Middlebrook’un “Breath of Fresh Air” yapıtı ise belki Duchamp’ın “Pisuar”ına yapılan göndermelerin en ilginci, yer çekimine meydan okuyan en “şamatalısı”…

Third Belgrade sanatçı kolektifinin Edouard Manet’nin “Kır Üzerinde Öğle Yemeği” ne gönderme yapan zaman aşırı, monoton olduğu kadar çekici, hatta şaşırtıcı derecede “hipnotik” özelliklere sahip videosunun saçtığı huzur, yakın coğrafyadan, Bosna-Hersek’ten gelen Radenko Milak’ın savaş desenleriyle tam bir çelişkiye giriyor. Bu siyah beyaz işler, Genco Gülan’ın kömürleşmiş uçak enkazlarına yoğunlaşan ve bir şekilde mücevher gibi sunulan objelerini düşündürüyor. Bu moral bozucu ortamdan tekrar çıkabilmek için ise; izleyiciler, Peter Polach’ın “if the intellect was like a penis, this would be called masturbation (2011)” başlıklı eğlendirici olduğu kadar sanat dünyasının katılıklarını tiye alan işine dönebilirler.




Kokteyl           : 18 Ekim 2012 Perşembe
Saat                  : 18.00 – 22.00
Adres               : Feridiye Cad. No:23 Taksim / İstanbul
Bilgi için          : +90 212 297 31 21  www.piramidsanat.com
                            info@piramidsanat.com/piramidartcenter@gmail.com

1 Ekim 2012 Pazartesi

TAKSİM MEYDANI, HAYVANLAR VE İNSANLAR... / Bedri Baykam / 2 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Pazar günü köpeğim Leo, eşim ve asistanlarımla beraber yollara düştük ve “5199 No’lu Hayvanları Koruma Kanunu”na olan itirazlarımızı bildirmek üzere, Galatasaray’dan Taksim’e kadar dev bir yürüyüş örgütlemiş olan hayvanseverlere katıldık. Nefis görüntülerdi: Dünya tatlısı köpekler, her yaştan hayvanseverler, kediler, sanatçılar, öğrenciler, halk, herkes üzerine düşeni yapıyordu. Ardından Muhsin Ertuğrul’un önünde “Şehir Tiyatroları Sanatçıları”nın protesto mahiyetinde gerçekleştirdikleri alternatif açılışa katıldık. Sanatçıların durumu, hayvanların toplu itlafı kadar olmasa da, korkunç rahatsızlık verici bir seyirde! Bu ortamın dertleri arasında sansür, meslek dışı kişiler tarafından yönetilme ve AKP’nin “imha” projelerinden birinin parçası olmanın yükü var.
Ne yazık ki bu ülkede dini yanlış yorumlayanlar, genel olarak hayvanları fazla sevmezler; niyesini pek anlamam. Şu aksi tesadüfe bakın ki “laik” meclisimizin vekilleri bu sefer de AKP önderliğinde, adı “Hayvanları Koruma” olarak geçen bir yasayla -hayvanseverlerin yorumlarına göre- “hayvanları itlaf etme” peşindeler. “40 santimetre ve 20 kilogram üzeri” her köpeğin “tehlikeli” olarak sınıflandırılacağı bildirilirken, ben de pes diyorum. Hayvan sevmeyi öğrenememiş kimi insanların geçirmeye çalıştıkları bu yasaya karşı, bu dünyayı eşit şekilde diğer canlılarla paylaştığımızın bilincinde olan insan gibi insanlar, imrenilir bir dayanışma içinde yürüdüler. Tam o sıralarda, AKP Kongresi’nde Tayyip Erdoğan yine mutad balkon konuşmalarını (!) hatırlatır şekilde “kimsenin yaşam tarzına karışmayacağııızzz” diye nutuk atıyordu! İnsan merak ediyor, bir de karışacak olsalardı ne olurdu! Öyleyse sahip çıksanıza milletvekillerinize! Sana ne kardeşim evimde yıllardır beslediğim köpeğin kaç santimetre olduğundan! Biz sizin takıntılarınızın boyunu ölçmeye kalkıyor muyuz? Neyse, o da apayrı bir konu. “İleri demokrat” iktidar partisinin, tüm muhalif gazetelerin akreditasyonunu toptan reddettiği bir ortamda, bu işleri daha fazla kurcalamamak lazım. (Bu ülkede “medyacılar” gerçekten gazeteci olsa, yandaşlar hariç hiçbir gazete AKP Kongresi’ni izlemezdi). Yasa o kadar kandırmaca ile dolu ki, inansanız, 50 hayvancığa barınaklarda bakamayan belediyeler, sanki bu alanlara binlerce hayvan doluşunca besleyebilecekler! Hayvanseverler, bu parkların iddia edildiği gibi “doğal yaşam parkları” değil, “doğal ölüm parkları” olmaları konusunda birleşiyorlar. Ortalıkta hiçbir hayvanın görünmeyeceği bir Türkiye düşünebiliyor musunuz? Kimilerinin İslami model ideallerine uymuyor diye, Türkiye sanki Dubai’ymiş gibi, steril kapitaller, gökdelenler ve markalar ülkesi haline getiriliyor. Hiç kedisiz İstanbul olur mu? Hayvanseverler arasında acaba AKP’ye giden kaç oy vardı! Ya da tiyatroseverler arasında! “Nedir bu çektiğimiz laikçi ulusalcılardan?” diyenlere sesleniyorum, şimdi anlayabildiniz mi laikliğin önemini bayım? Neyse, hadi susalım, ama bir daha yapmayın.
Taksim Meydanı’nda bir büyük problem daha var, bu tarihi alan adına. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilke ve halk belleklerini oluşturan tüm kurum, görüntü, yaşam tarzı ve imgelerden kurtulmaya karar veren AKP, büyük bir iştahla, mönüsünü kimi zaman hızlı veya yavaş yiyerek bu “verilmiş” ev ödevini tamamlamaya gayret ediyor. İşte Taksim Meydanı da bu yeni sokuşturulmaya çalışan “Kentsel Dönüşüm Yasaları” çerçevesinde yok edilme tehlikesi yaşayan ülkemizin gözbebeği, kalbi. İtiraf edeyim, ana muhalefet partisini bu konuda son haftalarda bir hayli dürtüp tepki verdirtmeye çalıştım. Ancak kendileri Hüseyin Aygün, Oslo ve Suriye konularıyla yüklü olduklarından henüz bu konuya niye muhalefet etmeleri gerektiğini bile tam bilmiyorlar. İşin gerçeği ise, CHP üzerine bir kova su döküp acilen uyanmazsa, Taksim’e elveda demek durumunda kalabiliriz. AKP Taksim Meydanı’nı “iyileştirmek” amacıyla bir oldu-bittiye getirme peşinde. Soru basit: Dünyanın herhangi bir ülkesindeki en büyük meydana, iktidar belediyesi bu kadar kolay saldırabilir mi? Mesela Piccadilly Circus’a veya Etoile Meydanı’na gidip, herhangi bir belediye veya parti, “Trafiği yeraltına alalım” deyip, kazma vurup saldırabilir mi? Hayır yapamaz ve denerse adama “deli” raporu alırlar. Mimarlar Odası ve Mimarist sitelerinden de hızla görebileceğiniz gibi, durum vahimden de öte. Ve en çok güvendiğimiz dağlara kar yağarken, iş başa düşüyor sevgili okurlar: Taksim’i kaybetmemek için acil olarak demokratik haklarınızı hukuk içinde örgütleyin ve 20. yüzyıl tarihimizin, yaşam tarzımızın kalbinin yok edilmek istenişine karşı kitle örgütlerinizle beraber ayağa kalkıp ‘dur’ deyin.      

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..