Makaleler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Makaleler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2013 Salı

M. PERİNÇEK’TEN: “RUS ARŞİVLERİNDE ERMENİ MESELESİ” / Bedri Baykam / 19 Mart 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



          Çeşitli vesilelerle sürekli olarak ısıtılıp gündeme oturtulan Ermeni iddiaları  artık demokrasi kavramı için kanayan bir yara. 1915’te yaşanmış üzücü ve korkunç olayları fırsat bilip sürekli sündürerek bunu Türkiye’ye karşı kullanmak, demokrasiyi hiçe sayarak, hiç bir zaman görülmemiş bir davayı, sanki ortada tartışacak şüphe götürür hiç bir şey yokmuş gibi ele almak, kimileri için standard bir tavır!
           Bir Fransa düşünün ki, hukukun alfabesine girmeden konuyu Parlamento düzeyinde geri dönülmez saçma sapan yasalara bağlamaya çalışıyor veya bir sözde gazeteci entel-dantel takım düşünün ki, kendi ülkesinde “Ermeni soykırımı olmadı” diyenleri veya en azından bu tanımlamayı kabul etmeyenleri hemen “aşırı milliyetçi-faşist grup” diye yabancı gazetelere jurnallemeyi alçakça bir refleks haline getirmiş. Böyle bir ülkede, tarihi gerçekleri araştırmak tabii ki zor ve polemiğe açık bir alan. Halbuki Türk ve Ermeni toplumlarının en büyük ihtiyaçları, uygarca her iddianın tartışılması, gerçek anlamda objektif bir adalet arayışının eşitlikçi bir raya oturtulması. Yeni kuşaklar ancak böyle tarihin yükünden kurtulabilecekler.
           Hapishanede yaşamak doğal olarak en korkunç insani dramlardan biri. Silivri’de demokrasi, hukuk ve özgürlük mücadelesi veren aydınlarımız, inanılmaz bir direnç ve çalışkanlık sergileyerek tarihe şamar gibi oturan kitaplar çıkarıyorlar, makaleler yayınlıyorlar.
          İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek’in, kendisi kadar dirençli ve onurlu oğlu Mehmet Perinçek, en çalışkan genç aydınlarımızdan. İki yıldır Silivri’de babasıyla aynı kaderi yaşayan Mehmet, on yıl boyunca Sovyet arşivlerinde yorulmadan araştırma yaparak, ortaya soykırım iddialarından geçinen malum takımı çok üzecek bir yayın çıkarmış. “Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi” kitabı, konuyu pervasızca yalnız basit bir “Türk resmî tarih okuması” veya “milliyetçilik hezeyanı” olarak damgalamaya kalkanlar, karşılarında biraz zor yıkılır Rus belgeleri bulacaklar. Tabii gerçekle yüzleşmeye cesaret edebilenler aralarında varsa! Çünkü bu kesimde tek trend, tartışmadan kaçınarak, yalnız kendilerini hümanist “öz-demokrat” görüp, farklı şeyler söyleyen herkesi kanıtlarını dinlemeden aşağılamak!
           Perinçek’in kitabı, bilin ki, Rusya ve İran’da da yayınlanmış ve yarattığı tartışma dalgaları şimdiden Azerbeycan ve Ermenistan’ı da vurmuş. Kitabın önsözünü yazan rahmetli emekli Büyükelçimiz Gündüz Aktan bakın neleri kaleme almış: “M. Perinçek’in bulduğu belgelere göz attığımda ‘bu iş galiba bitiyor’ diye mırıldandım. Evet Rus arşivleri, dönemin diğer Rus ve Ermeni kaynaklarıyla birlikte, Ermeni soykırımı iddiaları hakkında hükmünü veriyor. İddialar geçersizdir. Kesin hüküm diyorum. Çünkü hükmü temyiz edeceği farzedilenlerin bizzat kendileri, o kesin hükme son noktayı koyuyorlar.Başta bağımsız Ermenistan’ın 1918-19 yıllarındaki ilk Başbakanı Hovannes Kaçaznuni olmak üzere, dönemin Ermeni siyasetçileri, komutanları, tarihçileri, 1920’den 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yazdıkları resmi rapor ve yazışmalarda hep aynı görüşü savunmuşlardır” diyerek bir özet döküm yapıyor. Size burada tüm bu dökümü vermeye kalkışacak değilim. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki, mesela benim gibi konuyu dışarıdan araştıran  tarih ve mantık bilgileri ışığında değerlendiren insanların her inandığı tezi doğrulayan bir dizi somut veri ve özenle seçilmiş kanıtlarla buluşuyorsunuz.
          Birbirinden değerli 150 belge. Mesela Kirmanşah Konsolosluğu idarecisinin gizli telgrafı: “Ermeniler Türkler’e karşı birlik oluşturmak niyetinde”(30-12-1914). Ya da Kars Kalesi Komutanı’nın Kafkas Orduları Karargah Komutanı’na mektubu:  “Halkla Ermeni birlikler arasında cinayet ve yağma temelinde anlaşmazlıklar yaşanıyor”
          Bu örnekleri burada çoğaltmak çok anlamlı değil. Bence bu topraklarda yaşayan her aydın, her diplomat, her siyasetçi bu kitabı okumalı.Yoksa malum iddialarla sinsice Türkiye’yi suçlayarak yaşayan bir uluslararası “örgüt” e karşı her an kullanabilecekleri bu somut yanıtlar dizisinden mahrum kalırlar ve psikolojik savaşta gereksiz bir ivme kaybederler. Tekrar teşekkürler Mehmet Perinçek. Senin gibi gerçek aydınlar sayesinde Türkler ve Ermeniler arasında arzuladığımız barış oluşabilecek. Ahlaksızca ve anti-demokratikçe tek yanlı olarak kendi ülkesine saldıranlarla değil, medenice herşeyi öğrenip, korkmadan tartışan her iki toplumun önyargısız gençleriyle... 


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

11 Mart 2013 Pazartesi

SİLİVRİ’DE İNSANLIĞIN UTANCI VE ONURU ... / Bedri Baykam / 12 Mart 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



             Yine sabahın köründe kalkıp, iki saat uykuyla 06.00 da yollara düştük. Yine sanki harp sürecinde olan bir olağanüstü hal kontrol noktalarından geçtik. TEM’den gelişin akıl almaz yöntemlerle akışı engellendiği için Silivri’nin merkezinden, tilkice seçilmiş “iç” yollarından gelebildik ancak. Ergenekon davası bu sefer KCK davası yüzünden yukarıdaki küçük salona alınmıştı. Gerçi artık hazır olduğu söylenen yeni büyük salon da kullanılabilirdi ama bu tercih edilmedi. Sabah serinliğinde dostlarla sohbet edip zaman doldururken bir koşuşturma oldu. Bizimkilerin otobüsü gelmişti. Sanki bir 2. Dünya Harbi filmi seyredercesine gözlerim doldu, içim sıkıştı. Ufak pencere aralıklarından el sallayıp gülümsüyorlardı Balbaylar, Tuncaylar... Sonra kapılar açıldı. Sardalya kutusuna sığmaya çalışır gibi jandarmaların şüpheli bakışları arasında içeri dalabilenler daldı. Tuncay Özkan’ın nişanlısı Duygu bile son anda zor girebildi. 54 tutuklu yakını, belki 60-70 gazeteci, 3-4 CHP Milletvekili... Tabii aralarında koltuk değnekleri ile zor hareket eden dostumuz Mahmut Tanal. Nihayet sıra tutukluların içeri alınmasına geldi. Tutuksuz yargılanan Mehmet Ali Çelebi’yi gören İbrahim Özcan espriyi patlatmaktan geri kalmadı. “İşte bizim Genel Kurmay Başkanımız da geldi!”  Her biriyle 9-10 metrelik mesafeye girip göz göze gelen herkes kucak dolusu sevgi ve öpücük yolluyor. Kime mi? Balbay’a, Özkan’a, Hurşit Tolon’a, Mehmet Haberal’a, Sevgi Erenerol’a, Turan Özlü’ye, Muzaffer Tekin’e, Erkan Önsel’e, Hasan Ataman Yıldırım’a, Hikmet Çiçek’e, Mehmet Perinçek’e, yani ezcümle hepsine! O kadar özlenmişler ki! Mesela Tuncay, kim olduğunu göremediğim bir hayranına şöyle sesleniyor o kalabalıkta: “Beni yüreğinde bir yere koy, ben senin bir şeyin olayım”
             Bunlar olayın anekdotik kısımları. Yani orada gümbürtüye götürülmek istenen “insan faktörü” ile ilgili olanlar. Hani Silivri’de insanlık ölmüşdiyoruz ya? Aslında bir başka açıdan orada yaşanan aşklara, dostluklara, dayanışmaya bakarsanız insan direncinin, insan onurunun bir koca kalesi Silivri. Tüm insafsızlık ve hukuksuzluğun ortasında, “insan” dimdik inadına ayakta. Birbirine destek olmak için, canı pahasına Cumhuriyet ve Demokrasi’yi korumak için...
            Sevgili dost Av. Ceyhan Mumcu’yu görüyorum öğleden sonra seansına girerken. “Böyle bir dava örneği dünyada var mı?” diye sordu bana. “Tabii ki yok, Uganda’da bile yok” dedim, şu zavallı Afrika ülkelerinden her ne istiyorsak! Şöyle devam etti Mumcu: “Yıllar sonra bu olaya baktığınızda herkes Türk Hakimleri’nin, adaletinin, Siyasetçileri’nin, Savcıları’nın sınıfta kaldığını söyleyecek. Bir tek Türk Avukatları orada sınıfı geçmiş olacak.” Mumcu’ya kim gidip çok yanıldığını söyleyebilir ki?
             Durumun hukuki özetine gelince... Nasıl olsa bugün Cumhuriyet’te detaylı akışı yine bulacaksınız. Ama ben size yaşanan diyaloglardan bazı parçalar aktarmalıyım yine de: Zeynep Küçük:
“Hakim Bey, madem kanunu o kadar iyi biliyorsunuz, size hatırlatmam lazım ki, önce sanığa ve müdafii avukatına söz vermeniz lazım. Yani ‘veya’ değil, ‘ve’ diyor kanun”, “Hayır bunlar konu ile ilgili değil şimdi”. Av. Ali Rıza Dizdar: “Bizler tarafından henüz okunmamış belgeler, dinlenmemiş onca tanığımız var”, “Şimdi bunların sırası değil”. Sanık ve Av. Mustafa Hüseyin Buzoğlu:“Hakim Bey, size göre maddi gerçek vuzuha erdiğine göre, 18 Şubat’ta siz kararınızı vermişsiniz. Yani siz artık tarafsız olmadığınıza göre, ya davadan çekilmeniz lazım, ya da reddi-hakim talebimizi kabul etmeniz lazım” “Hayır lütfen Mahkemenin itibarını düşünmeden konuşmayın, biz burada hukuka göre yargılama yapıyoruz”, “Bizim gözümüzde tarafsızlığınızı yitirmiş olmanız da AİHM nezdinde ciddi bir sorundur”
  Balbay: “Ben CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay. Tanıkların dinlenmesi ve deliller üstüne konuşmak istiyorum. Burada Hukuk ve Millet iradesi ayaklar altında” (Mikrofonu kesiliyor). Cumhuriyet Savcısı Pekgüzel’in mütalaası (özet): “Burada sanıklar soyut kişisel değerlendirmelerle davayı uzatmak için reddi hakim talebinde bulunuyorlar,  gerek yok”
            SONUÇ: Yeni şahitlerin dinlenmesi reddedildi, reddi hakim talebi reddedildi, Av. Celal Ülgen ve daha sonra Av. Ece Unutmaz  için salondan çıkarılma kararı alındı. Ülgen’in yaşadığı tansiyon sorununun ardından yaşanan arbedede Av. Hüseyin Ersöz bir Binbaşı tarafından darp edildi.Uzun lafın kısası güzide bir “ileri demokrasi” günü daha başarıyla yaşama geçirildi!


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

4 Mart 2013 Pazartesi

BÖBREK SATANLAR HAKLARINI ARAYAN ROBOTLARA KARŞI! / Bedri Baykam / 5 Mart 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Bu yazıda sakın zannetmeyin ki her iki ülkenin gündem farkları veya benzerlikleri üstüne uzun analizler yapacağım. Zaten bizim üçkenin gündeminin hızı, saatte 54.000 kilometre ile Rusya’da yere çakılan meteoru bile solda bırakabildiği için, her iki ülke arasında kıyaslama yapıp haksız rekabetten bir dizi eleştiri toplamaya gerek yok. Hiç aşırı güncel olmaya çalışmadan önce hızla içinden bildiğiniz Türkiye gündeminden bazı hatırlatmalar yapalım: 28 Şubat 1997’de MGK’da alınan ve Başbakan, bakanlar ve Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmiş, imzalanmış kararlar hakkında “Darbe yapıldı” (!) şablonuyla acele bir dava yürütülüp, “bağımsız yargı”mız sayesinde hergün komutanlar tutuklanıyor, yeni cadı avlarına girişiliyor. Komik  başka insanlar da, şaşkın bakışlarla seyretmekle yetiniyorlar bu durumu. Bir gazetecinin ortaya attığı “post-modern darbe” şeklindeki eksantrik uydurma yorum, aradan 16 yıl geçtikten sonra birden post-modern takısını kaybedip yargı önünde asli bir duruma terfi ediyor ve hükümetimizin üyeleri de hemen bu analize -tesadüfe bakın ki- aynen katılıyorlar! MEB, Edip Cansever’in şiirine getirdiği bira sansürünü, TAPDK Yasası’na dayandırarak bu çılgın girişimi aklıyor ve bu eylemi“tüketici bilinci oluşturmaya yönelik çalışmalar” kapsamına alıveriyor. Hükümetin AİHM’in Türkiye aleyhindeki ihlal kararları doğrultusunda hazırladığı ihlal paketine kadın soyadı özgürlüğü sağlayacak düzenlemeyi getirmemesi tepki topluyor. Geçim sıkıntısının had safhaya ulaştığı ülkemizde açlık böbrek sattırırken, bu bahtsız kişilerin sayısı artık organ bağışcılarını geçiyor.THY’nin hosteslere yönelik komik kıyafetleri ile ilgili haber, dünya medyasının turunu atma şerefine nail olarak, birçok uçuş hattındaki alkol yasağı haberiyle bütünleşiyor. “İmralı”ile “diplomatik veya sistematik” görüşmelere kimlerin hangi sıfatlarla katılacağı enine boyuna tartışılıyor. Bu örnekleri çoğaltmaya gerek yok, hepsini ezbere biliyorsunuz.
             Fransa’da organ nakilleri konusu açıldığında, onların uzman profesörleri, bizde görüldüğü gibi mesela Normandiya’da 5 yıldır tutuklu olmadıkları için, gerekli ameliyatlar yapılabiliyor ve organ sayısını arttırmak amacıyla da “kontrollü” kalp durmalarında kullanılabilir organ sayısını hızla arttırabilmek için yeni çalışmalar yapıyorlar. Böbrek satışı pazarı pek yok! Amerika’da doktorların körlere görme imkanı getirebilecek yapay retina uğraşını başarıyla uygulamaya koymaları, Fransa’da da heyecan yaratıyor. Göze yerleştirilen elektrotlarla hastaya takılan gözlük ve kamera birleşip mucizeyi gerçekleştiriyor. Bu sistemin adı “Argus  II”.  Bu arada Türkiye’de haklarını arayan, grev yapan onurlu işçilerimiz, polis şiddeti altında her meydanda cop, tazyikli su, biberli gazla boğuşurken, Amerika’da yaşanan bir olay, işçi hakları yuvası Fransa’da ilgi çeken bir gündem maddesi haline geliyor: MIT Üniversitesi’nden Kate Darling, sosyal robotlar için bir hukuki koruma çıkartmayı öneriyor. Darling bunun aynen “hayvanları koruma yasası” gibi önemli bir çıkış olacağını vurguluyor ve bu arada önemli hedeflerden birinin de insana verilecek zararların da bu kötü örnekler yok edilerek ortadan kaldırılabileceğine güveniyor. Bu arada Grenoble Üniversitesi’nden iki ekip, yıllar önce Kemik isimli romanımın bence 11 Eylül’den bile daha önemli öngörüsü olan “Bilgisayar çipi ve beyin hücresini birleştirme” çabasına doğru önemli bir adım atıyorlar: Canlı hücrelerin bazı parçaları, minyatür elektrik iletkenleri yerine kullanılabiliyor. 10 Şubat’ta NatureMaterials dergisinde yayınlanan metin, cansız “silicium” maddesi ile, canlı hücre evliliğine açılan yolu anlatıyor! Ve ne iştir ki, hala Fransa’da birileri bunu  üzerine rahiplere koşup “sizce dinimiz açısından sakınca var mıdır?” diye sormayı akıl edemiyorlar!
              Tabii Fransa gündeminde daha normal ya da alaturkatanımlamasına uygun tartışmalar da var. Fransız entellektüellerinin elinde patlayan “Arap Baharı”nın yalan rüzgarı ile yüzleşmek, hesaplaşmak, Mısır ve Tunus’ta şeriatçıların beklenmedik çıkışları veya aldıkları varsayılan başarıların yanı sıra Tunuslu muhalif  lider Chokri Belaid’in katlinin getirdiği şaşkınlık, homoseksüel evlilik aleyhine toplanan 700.000 imzanın Ekonomik, Sosyal ve Çevresel  Konsey’e sunulması, Hollande Hükümeti’nin giderek artan şikayetlere karşı ekonomi alanında çaresiz kalması ve homurdanmaların yüksek sesle duyulmaya başlanması...  Ben, papatya toplar gibi örnekler hatırlatıp, ilginç buketin yorumunu  size bıraktım!


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..   

25 Şubat 2013 Pazartesi

FRANSA, BİZİM YOLLARI 15 YIL GERİDEN TAKİP EDİYOR / Bedri Baykam / 26 Şubat 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



           Fransa mı desem yoksa daha geniş anlamda “Batı” mı? Emin olamıyorum, çünkü Belçika, Almanya, İngiltere ve daha onca ülke bu tartışmalarda fırtınanın gözbebeğine çekiliyorlar. Benim örneklerim Fransa’dan, ama nasıl isterseniz okuyabilirsiniz.
            Nasıl Türkiye 1990’ların ilk yıllarından başlayarak türban ve TCK 163. Madde üzerinden, “Düşünce özgürlüğü-Bireysel özgürlükler-Din-Hukuk” tartışmalarının dibine çekilip sonunda saflık, gaflet ve cesaret eksikliği ile tüm laik mevzilerini ve hukuk devleti olma vasıflarını teker teker kaybettiyse, Fransa da ilginç bir şekilde aşağı yukarı 15 sene geriden gelerek aynı durumda; hatta akrobasi ipinin üstünde sallanıp duruyor. Hem de özünde bizim gibi bir Müslüman ülke olmamasına rağmen! Fransa’da sayımlarda din ve ırk aidiyeti soruları sorulamadığı için ancak tahmin yürütülüyor ve Müslüman sayısı belki %8 civarında geziniyor. Ama Fransızlar’ın Müslümanlardan dört kere daha az çocuk yaptıkları göz önüne alındığında 15 sene sonra bu rakamın %22’ye çıkması muhtemel görülüyor. 40-50 yıl sonra ise Fransa’dan bir “İslam ülkesi” olarak söz etmenin mümkün olacağı konuşuluyor... Ama aktaracağım izler bugünlerden.
           Bir TV tartışması: Geçen yıl Montauban ve Toulouse kentlerinde 3’ü çocuk 7 kişinin ölümü ile sonuçlanan ağır saldırılardan sonra daha da ateşlenen tartışma ortamında her geçen gün yeni bir kitap veya TV paneli bu konuları irdeliyor. Doğal olarak Yunanistan’la beraber “Demokrasinin beşiği” sıfatını taşıyan ülkede, bizim 2. Cumhuriyetçiler’i aratmayacak demagoji ustalarının laikliği kanırtması ve hırpalamaları ise kaçınılmaz. Gözümde yeniden canlanan bir geçmiş sahneyi izler gibi bakakaldım, Pazar gecesi bir kanaldaki tartışmalara: İmam Hassen Chalgoumi ve yazar David Pujadas’ın “Çok Geç Kalmadan Birşeyler Yapalım”kitabı etrafında alevlenen medyatik kavgalar: Artık o kadar ezberlemişim ki her iki tarafın neler söyleyeceğini, hangi aşamada ses tonlarının yükseleceğini! Hayrını görün ve Allah akıl fikir ihsan eylesin demekle yetiniyorum.
            Bir yazar onuruna davet:  Geçen hafta sonu Paris’te, çoğunluğu siyasetçi, gazeteci, akademisyen veya benzeri gruplardan oluşan bir grubun davetli olduğu akşam yemeğinde, Kanadalı ünlü yazar İrshad Manji onur konuğu. Kadın beni görünce heyecanla gelip sarılıyor, çok eskiden tanışıyormuşuz ama, eyvah ki ben hatırlamıyorum! Bozuntuya vermeden rolümü oynuyorum. Kendisi İslam’ı reforme etme arzusuyla yola çıkmış, bu uğurda kitaplar yazmış, tartışmalara katılmış ve tabii bu nedenle hakkında ölüm fetvaları çıkarılmış, hedef gösterilmiş bir kadın. Türkiye’de de kendisinden sıkça söz edilmiş olan Manji, Kuran’da artık uygulanması imkansız veya muğlak ifadelerin gözden geçirilmesi ve özgürlükçü yeni bir tasvir yapılması olarak özetleyebileceğimiz çabaları nedeniyle “dişi Salman Rüşdi” olarak tanımlanıyor. Yaptığı konuşmada kanıma göre sonsuz bir iyiniyet elçisi rolüne soyunan yazardan sonra söz aldığımda,  kendisine köktendinciliğin tüm bedellerini ödemiş bir aydınlar grubunun üyesi olarak karşı tarafın katılığını, Atatürk laikliğinin getirilerini hatırlattım. Aramızda yer alan “İslamı yeni seçmiş” ilginç Fransızlar’ın da katkılarıyla uzayıp giden gece, tabii bana yine 90’lardan kalma bazı sosyal katman karıştırıcısı fantezilerimizi hatırlattı.
              Bir film: “Allah’ın Atları” (Les Chevaux de Dieu), Fransa-Fas-Belçika yapımı. Nabil Ayouch’un yönetmenliğini yaptığı iç karartıcı ve harika bir eser. 2000ler dönemecinde yaşanmış gerçek bir hikaye. Casablanca’nın varoşlarında, içinde yaşadıkları fakirlik ve aidiyet krizinin orta yerinde köktendinci bir terör örgütünün eline düşen ve sonunda intihar komandoluğuna terfi edip şehit olma ve cennete gitme hakkı kazanan gencecik insanların dramı, en yalın ve düşündürücü uslupla ele elınmış. Yani haberlerden duyduğumuz “şu kadar ölü”ye neden olan ölüm komandolarının, aslında nasıl masum, beyni yıkanmış fakir çocuklardan seçildiklerini olayı içinden yaşayarak görüyoruz. Hani artık bizim ülkede “tanımlaması yapılamadığı için” suç olmaktan çıkarılan, MGK’da masaya bile yatırılamayan “irtica”nın seçtiği kurbanların hikayesi...
           Fransa, şayet “ödünsüz laik-demokrasi”yi korumayı bilmez ve “kişisel hak ve özgürlükleri koruma” adı altında ayağının altındaki halının çekildiğinin farkına varamazsa, bayağ neşeli ve çelişkili çıngarlar izleyeceğimizden şüpheniz olmasın! Fransız medyası, Nilüfer Göle, Mehmet Altan ve Hadi Uluengin’den biraz ders alırsa, keyif oranı da o ölçüde patlama yapar...   


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..                                                                                                       

18 Şubat 2013 Pazartesi

“GANGSTER SQUAD” FİLMİNİ GÖRDÜM DE... / Bedri Baykam / 19 Şubat 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



               26 Şubat’ta açılacak sergimin hazırlıkları için Paris’teyim. Dün internetten Silivri’de yaşanan rezaletleri izleyerek uzakta olduğum için daha da kahroldum. Mesafe, çaresizlik duygusunu arttırıyor. Silivri senaristleri yaratıcı. Hep “sözün bittiği yer” diyoruz, onlar yeni boyutlar icat ediyorlar...
            Geçen haftasonu, Holywood marifetiyle biraz kafa dağıtmak için asistanımla bir filme gidelim dedik. Saati uyan ve sunumunu beğendiğim tek film
“Gangster Squad” kalmıştı, biz de ona girdik.  Türkçe’ye  “Suç Çetesi” olarak çevrilmiş (kesinlikle“Gangster Mangası” tercümesini öneriyorum, afişleri tekrar yaptırma pahasına, dağıtım şirketi acil gözden geçirsin, diğeri alakasız kaçıyor). Zaten ana aktör Sean Penn olunca o film 2-0 önde başlıyor maça! Savaş karşıtı bindirmeleri, Bush’a yaptığı açık saldırılar, açtığı insan hakları kampanyaları, diğer yıldızlardan farklı duruşu ve yaşama geçirdiği birbirinden farklı karakterlerle o aynı zamanda bir “Büyük İnsan”, Robert de Niro’nun da dediği gibi.
           Filmin ana çizgisi çok olağan: Gerçek bir hikayeden esinlenilmiş. 1949’da Los Angeles’da terör estiren, uyuşturucu, kadın ticareti ve tehdit ağlarıyla tam bir Korku İmparatorluğu kuran, hiç kimsenin aleyhine tek laf etmeye veya şahitlik yapmaya cesaret edemediği mafya babası Mickey Cohen’in en dokunulmaz sanıldığı anda okları kendisine yönelten bir yiğit polis grubu çıkıyor ortaya. Bu yarı legal çetenin kurulma emrini veren Nick Nolte. Yani anlayacağınız gerçek yaşamda cesur “iyi adam” olan, Irak Harbi’nde Bush’a savaş açan Penn, bu filmde en kötü adam rolünde. Hem de öyle böyle değil, bir ihmallerinden dolayı cezalandırmak istediği kendi adamlarını bile işkenceyle öldürmekten çekinmeyen, kendine “gelişim” (progress)  özet tanımını yakıştırmaktan kaçınmayan, elinden gelse piyasada gezen paralara kendi adını vermeye kalkışacak bir kaçık! L.A. den başlayarak neredeyse ABD’yi mafya hatları üstünden işgal etmek isteyen bir sapık. Bizim ülkelerde “jön”lerimiz geleneksel olarak böyle kötü rollerden uzak dururlar ama Penn bu rolü öyle muhteşem oynuyor ki, orada aktörlere bir yaşam dersi veriyor. Cohen filmde bu kentin tüm güç odaklarına sızmış! Yani Valiler, hakimler, polisler, herkesi ele geçirmiş; kendi dokunulmazlığını yaratmış. Tüm bu sıfatları taşıyan insancıklar, sinekler gibi gidip bir koca pisliğe yapışmışlar. Basın ölüm tehdidi altında, siyasiler suskun... Sonra bir güçlü emniyet müdürü, herkesin yakasından çekip“bulaşma bu işlere” diye durdurduğu Josh Brolin’i yanına çağırıp “Takımını kur bu pisliği temizle, ama unutma arkanda bizi var saymadan” diye görev veriyor. Brolin karakteri de Cohen’e onun anlayacağı dilden üst üste darbeler indirip sonunu getiriyor.
           Tabii bu şematik bir özet. Detaylar sizi mest edecek. Bu filmi kaçırmayın derim. Tam bizim kanı saatte 15 km hız ile hareket eden festival sineması bağımlısı eleştirmenlerimizin nefret edeceği harika güzel akan bir film. Hikayenin sonunu söylememde bir sakınca yok. Cohen’i oynayan Sean Penn, son akış sahnesinde öyle bir dayak yiyor ki Brolin’den! Kendisi gibi bir eski boksörün kolay kolay hazmedemeyeceği ağır bir ders. Ve sonunda Penn dizleri üzerine çökmüşken,  her tarafı yaralarla dolu  ve yoğun yağmur üzerindeki kanla karışarak yeri boyluyor. Onun nerelerden, hangi dokunulmaz sandığı zirvelerden nereye kadar nasıl aşağılara uçup düşebildiği, onları şaşkın bakışlarla izleyen halkın aklına hayaline sığmayan bir sahne. Zar zor doğrulup “götürün şunu artık” komutunun polislere verildiğini duyan Cohen ise, “yaşadıklarına inanamayan” gözlerle ortalığı süzüyor. O anda insanlarda öcüye karşı korku bitmiş,  “yahu biz neden bunca zamandır bunları çekmişiz ki” sözleri yavaş yavaş ağızlardan dökülmeye başlıyor. İşte o an görülmeye değer. Franco’dan Al Capone’ye, Hitler’den Pol Pot’a, dünya bunun benzerlerini asırlar üstünden fazlasıyla yaşamış.
      
   “Gangster Mangası”, yani resmî adıyla “Suç Çetesi”, alınacak dersler içerdiği için kesinlikle görülmesi gereken bir film. Sonuçta halk üzerine inen demir perdeler kalktığı anda, daha şu kadarcık zaman önce yapay bir canavarın kendisini titretebildiğine inanamaz. Anti-kahramanın tam suç ortağı olanlar kımıldayamazken, 2. sınıf olanlar teker teker çevresinden çekilirler. İnsanlara "olağan yurttaş" cesaretleri geri geldiğinde ise olan biteni onca zaman nasıl seyredebildiklerini anlayamazlar. Bir de yaşananlardan sonra tarihin nasıl baktığı vardır. İşte böyle filmler yapılır, seyredilir, ama kimse inanamaz bu ortama seyirci kalanlara! İşte tarih, böylesine sendrom tekrarları içinde döner, gider!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

11 Şubat 2013 Pazartesi

İKİNCİ EN GENÇ KEMALİSTİ SUNUMUMDUR! / Bedri Baykam / 12 Şubat 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            Her toplantıya, her eyleme gelir. Konuları dinlemekten çekinmez, önce her sorun hakkında arkadaşlarının genel düşüncesini ve dolayısıyla toplumun nabzını bilmek ister. Daha sonra kendi düşüncelerini mantıklı bir sunum ve güzel bir Türkçeyle ortaya koyar. Sonra da yine eleştiriye açık olarak yorumları dinler, özgüvenli ama egosuna yenilmemiş “açık”  insanların doğal cesaretiyle...
           Sanata, resme, tiyatroya, müziğe aşıktır. Esas beslenmeyi, kitaplar dışında sanat yoluyla gerçekleştireceğini bilir. Piramid Sanat’ta beraber izlediğimiz sanat filmleri hakkında ne kadar samimi, ilgili dikkatli sorular sorduğunu biliyorum. Urfalı ağabeyimizin,  ne de olsa kökeninde halkevleri ve köy enstitüleri  görmüşlük var. İliğine kadar inandığı Kemalist devrimin temelinde kültür olduğunu bilen bir gerçek aydındır kendisi. 84 yaşındaki delikanlımız, siyaset arenasında sorumlu yurtsever tavrının dışında, aile bağlarının kutsallığından, sanattan, hoşsohbetten, güzel kadınlardan çok iyi anlar. Ama bunlardan da daha önemli bir meziyeti var: O toplumda yükselen değer kötülüğün aksine, çok “iyi” bir insan. Bir Prof. Doktor, bir eğitimci olarak zaten topluma büyük hizmetleri var. Ama dediğim farklı bir şey. Yani muhtaçlara yardıma hazır olmak, insanları mutlu etmek, arkadaşlarına karşı dürüst ve uzun soluklu olmak, kendisinin varoluş tarzı. Kas Hastalıkları Derneği’ni kurarak onu büyük özverilerle canlı tutan, zor günler geçiren insanlara destek elini uzatan yine kendisi. Bunları yaparken çevreden, devletten, belediyelerden, özel sektörden büyük yardımlar mı almış? Hayır. Hangi zorluklarla o çarkın çevrildiğini, son üç yılda kaç kere  İBB tarafından Yeşilköy’deki 22 yıllık yerlerinden atılmaya çalışıldıklarını dinlediğinizde tüyleriniz ürperir! Aslında sizi güldürebilirim de... Biliyor musunuz ki, parlamentodaki bilgisayarlardan Kas Hastalıkları Derneği’nin sitesi engelli! Gerekçe neymiş? “Pornografi”! Merak ettim, kas hastalıkları fotolarında mı bulmuşlar o pornografiyi?
           Aslında tabii ana suç, genç Kemalistimizin ideolojik kimliği! Şimdi bu yıl, maalesef yargıda karar dernek aleyhine çıkmış, şu an temyizde. Yani dernek, binbir güçlükle oturtabildiği fizik tedavi odaları, bilgisayar sistemleri, bilinmeyen bir geleceğin eşiğinde sokakta kalma tehlikesi ile karşı karşıyalar. Tabii benim aklım, bir Belediye Başkanı’nın vicdanının buna nasıl elverdiğini anlayamıyor.
           Sözünü ettiğim ebedi genç Kemalist, Prof. Dr. Çoşkun Özdemir. Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’dan sonra gelen “ikinci en genç Kemalist aktivist”.  Yaşamını anlattığı ve Kaynak yayınlarından çıkan “Urfa’dan Harvard’a” kitabını okurken, aynı zamanda Cumhuriyet tarihinin dönemeçleri hakkında en ilginç saptamaları da buluyorsunuz. Tabii bölücülük ve köktendincilik saldırıları yaşanmadan önce, Özdemir’in aktardığı o güzel, birbirine karşı fitnelenmemiş insanlarımızın dünyasının izleri o kadar güzel ki... Ve harika sahneler:  Urfa’daki gece gezmeleri ve sözleşip buluşan çoğu öğretmen ailelerinin birlikte şarkı ve türkü söyledikleri, mandolin, keman çaldıkları “olağan geceler”! Daha neler var bilseniz: Akreplerle satranç oynayarak yatılan odalar, 1937’de radyo ile tanışma, Zati Sungur efsanesi, kavgasız yanyana seyredilen maçlar, kansere karşı verilip kazanılan savaş, karagün dostları... Bir de kaybedilen yakın dostlar var. Yaşar Kemal gibi... Türkiye’nin Kemalist çizgiden sapmayla gelen ideolojik değişimlerin getirdiği beklenilmedik yol ayrımları. Hangimiz yaşamadık ki bunu? Bunlar da kitaba serpiştirilmiş düşündürücü anekdotlardan.
          “Yetmez ama Evet”çi güruh, dönek Marksistler, bozuk düzenden nasibini almak için sıraya girenler de Özdemir’in yakın takibine uğrayanlar arasında. Coşkun Bey’de medenice kendilerini yüzleştirmek istiyor tarihi falsolarıyla! Çoğu yüzleşmeye cesaret edemeden kaçmış kendisinden!
          Biz Atatürkçüler ne yazık ki birbirimizi desteklemek için pek hamle yapmayız. Karşıtlarımızdan bu konuda alınacak sonsuz dersimiz vardır. Onlar ne kadar kenetlenmiş ise, bizler o kadar “vakitsiz” ve “uzağızdır”. Böyle bir hataya düşmeden örnek insanlarımızın yanında olmalıyız.. İyi ki varsın sevgili dostum, sonsuz genç Çoşkun Özdemir! 100. yaşını beraber kutlayacağız! Ama daha önce  sizleri 25 Şubat 19:30 da Cemal Reşit Rey’de “Düşümdeki Uçurtma” belgeselinin galasına davet ediyorum. Orada yönetmen Gülsün Sarıoğlu ile beraber, bu değerli derneği ve yaratıcısını alkışlayabilirsiniz.  


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

4 Şubat 2013 Pazartesi

“ULUS” TARTIŞMASIYLA İLKOKULA DÖNMEK! / Bedri Baykam / 5 Şubat 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            Bu yazıyı utanarak yazıyorum. Hani eskiden ilkokullarda okuma-yazmayı sökenlere kırmızı kurdela takılırmış ya… İşte o kurdelayı lise 3’de hala takamayanların aralarında yaptıkları ”edebiyat” (!) tartışmalarını dinliyor olsanız, ne hissederdiniz? Bu söylediklerim yalnız Birgül Ayman Güler’in yarattığı polemik alanı ile ilgili değil. Çok öncesine dayanıyor. Geçen hafta haber kanallarından birinde bir aklı-evvel çıktı dedi ki: “İyi oldu, Güler sayesinde bu ulus ve milllet konuların tartışıyoruz”. Bir başka “ulema” da çıktı ”İyi oldu, CHP’nin içindeki cerahat patladı”dedi. Demek ki bu arkadaşlar “kırmızı kurdelalık” olamayışlarının ötesinde, yıllardır duyduklarını da anlamıyorlar. Bir kere bu “Allahlık Ali Bey” tartışmalar 20 yıldır, Siyaset Meydanlarından, Ateş Hatlarına kadar 1001 kanalda, milyon kere deşildi. “Ne Mutlu Türküm Diyene”cümlesini, üniversite bitirip de kurdela takamayanlara binlerce kere anlatmaya çalışmış biri olarak maalesef iyi biliyorum.
            Hayatta herkese herşeyi söyleyebilirsiniz, nasıl söylediğinize bakar. Haklıyken haksız çıkabilirsiniz. Haksızken zeytinyağı gibi yüzeye çıkabilirsiniz. Güler, içerik olarak doğru olan bir fikri, kitapta yazabilecek en kötü cümlelerle, en hatalı vücut dili ve ses tonlamasıyla, üstelik TBMM kürsüsünden yaptı.
          Güler’in demeye çalıştığı şuydu: “Türk ulusu veya Türk milleti olarak adlandırdığımız kavram, bir üst çatıdır. Bu çatının içinde Türk, Kürt, Laz, Rum, Ermeni, Arap, Musevi, Alevi, Sünni, Ateist yani her ırk, her köken, her dinsel grup ve her karışımdan insan var. Burada, bu üst çatının içinde yer alan herkes eşit ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yurttaşlık aidiyeti ile bağlanmış birer ferttir. ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ cümlesi, etnisite değil, bu ortak vatandaşlık bağlarının ifadesidir. Şimdi bu çatının içinden her hangi bir etnisiteyi öne çıkarıp, bu üst çatının kendisinden ve ne ifade ettiğinden daha önemli anlamlar yükleyemezsiniz. Biri üst bir siyasal, sosyal ortak aidiyet bağıdır; diğeri etnik, dinsel, mezhepsel, ‘ırk ve inanç kökenli’ farklı aidiyetlerdir. Kıyaslamaları bile yapılamaz, aynen bir futbol maçı, bir et lokantası gibi! Irkçılık tuzağına düşerek kendine farklı anlamlar yükleyenler, Ortaçağa dönmüş olurlar.”
           Güler böyle konuşsaydı kolay anlaşılırdı. Ama herhalde artık anlamsız sahte demokratlardan, terörle siyasal söylemi harmanlayanlardan o kadar bıkmış ki, yanlış yerde, yanlış zamanda patlayıverdi!
Peki kaos nasıl çıktı? AKP’lilerin her fırsatta CHP’nin eski faşist diktacı, ırkçı söylemlerinden kopamadığı iftirasını yaymak için kuyrukta beklediklerini biliyoruz. Tabii bu kavram kargaşasını hemen  kullandılar. Ayrıca bir sürü sözde medyacı da malum “anti-laikçi/anti-ulusalcı” kadro olarak dört koldan işe giriştiler, “Türkler kürtlerden üstündür’ dedi” diye yayagaraya başladılar! Böylece onların da yumurtladıkları her inciyi “müşahede etme” fırsatımız oldu. Bunlar arasına karışarak “kargaşadan üzerime toz bulaşmasın” diye hareket eden “bizden” bazı isimlere şaşırdığımı ifade etmeliyim. Bir de 2. Cumhuriyetçi olup, yıllardır köksüz demokratçılık oynayan profesörler var. Mesela “Fettullah Hoca’nın Abant platformlarında çalışmış” Mete Tunçay. Kendisine de hiç şaşırmadım. Beyefendi Milliyet’te tam sayfa yayınlanan fiyakalı röportajında, kendi profesörlük apoletlerini tıknaklarıyla sökmüş. Mesela ulusalcılığın sosyal demokrasiyle bağdaşamayacağını buyurmuş. Herhalde biraz deşsek, kürtçülerin veya Fethullahçıların nasıl sosyal demokrasiyle bağdaşabileceğini şakır şakır anlatacak! Birileri Tunçay’a açıkmalı ki, Türk ulusu çatısı altındaki her insanımız, nasıl Fenerli veya GSaraylı olabiliyorsa, sosyal demokrat, kapitalist,  veya komünist de olabilir. Ulus devlete yani ırkçı aidiyet merakı olmayan devlete mensup herkesin, özgürce siyasal bir söylemi olur. Zaten sosyal demokrat bir insan, kültürel zenginlik anlamında farklar dışında kimsenin ırk, mezhebiyle ilgilenmez. Yani “ulus devleti” kabul etmek anlamında “ulusalcı” olmayan bir insan tabii ki ne demokrat ne eşitlikçi ne de sosyal demokrat olabilir! Mete Beyin gaflarının yanıtı bu sütuna sığmaz. Milliyet’ten tam sayfa yanıt hakkı bekliyorum. “Ülkeyi ne müminlerin ne de laikçilerin yönetmesini istemem” diyen beyefendinin kafası hep karışık kaldı ve islami siyasetlerin yani “müminlerin” önünü açan kilit beyin yıkayıcılardan biri olarak tarihe geçti.
           Uzun lafın kısası, ilkokulda öğrenip belleğimize geçirmiş olmamız gereken temel kavramlar, bu kafayla daha bizleri böyle ömür boyu tırmalar… Biz de daha çoook ağlarız, gülünecek halimize!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

28 Ocak 2013 Pazartesi

Hava Kasvetli ve Ağır… / Bedri Baykam / 29 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Bu ülkede yaşamak artık kırıcı, utanç verici, kahredici… Boş yere “İçim Parçalanıyor” diye sergi açmamışım! Silivri’de yaşadığımız sahneler, oralarda tutsak kalan “Demokrasi nöbetçilerimiz”in kulağımda yankılanan  sözleri, yazdıkları mektuplar, hepsi her an durmadan beynimin içinde alarm sinyalleri vererek yanıp sönüyor.
Cumartesi günü “Fatih Hilmioğlu’na Özgürlük” çağrısı yapan dernek, platform ve sivil toplum kuruluşlarıyla beraber yağmur altında yürüdük, haykırdık, konuştuk. Hani artık direkt olarak  “işkence” yapılmıyor ya… Onun yerine, insanlar susuz, tedavisiz, doktorsuz bırakılarak, maddi-manevi, uzun ve  farklı ileri demokrasi işkencelerine maruz bırakılıyorlar. Prof. Fatih Hilmioğlu’nun kansere dönüşen rahatsızlığı sinsice ilerlerken, onu kaderiyle başbaşa bırakıp, tam teşekküllü bir hastanede tedavisine yeşil ışık yakmayanlar, bu ağır vebalin altına giriyorlar.
Beni kahreden bir diğer nokta ise: Tuncay Özkan’ın sağlık durumu hakkında duyduğumuz üzücü haberler. Kilo kaybı, halsizlik… Ama buna karşın tabii ki ödünsüz, dimdik ayakta süren onurlu bir  mücadele! Hukukla, insanlıkla ilişkisi kalmamışların, zulüm konusunda buldukları yeni metod “su bazlı”. Burada Balbay ve Özkan’ın açıklamasını tekrar size sunuyorum:
“Silivri’de günde 5 taksitte 9 saat verilen su toplam 10 dakikaya düştü. Artık günde kişi başına 200 litre soğuk, 50 litre sıcak su verilecek.. 2 dakikada banyo, çamaşır, bulaşık işini halledeceğiz. Yönetim bunu ‘artık 24 saat sıcak-soğuk su veriliyor’ gibi duyurmaya hazırlanıyor! Eskiden haftada üç kez toplam 6 saat verilen sıcak su, şimdi günde 2 dakikaya düştü. Kalabalık koğuşlarda günlük su hakkı öğle olmadan bitiyor. Silivri’de susuz kış yaşanıyor.Bu işkencedir, zulümdür.”
TSK artık başsız bir gövde gibi. Bu noktalara taşınırken, kendisinin ne hatası vardı-yoktu tartışmasını artık tarihe bırakıyorum. Olay o noktaya geldi ki, her gün savaş çağrıları yapan Başbakanımız bile, komutansız kalan orduların trajik durumunu nihayet gördü ve “acil demokrasi” (!) çağrısında bulunup “terörle mücadele için gönderecek komutan bulamıyoruz” diye açık açık medyada, yargının akıl almaz, mantığa sığmaz karar ve uygulamalarından yakınmaya başladı!
Bütün bunlara karşı, içeride tutulanlardan yürekli bir Deniz Kurmay Albay’nın, Ümit Metin’in, birkaç ay önce bana yazdığı mektuptan bölümlerle başbaşa bırakıyorum sizleri:
“Ben Ümit Metin olarak devletime ve milletime gecemi gündüzümü  ayırt etmeden yıllarımı verdim.Başarılı, cumhuriyet değerlerine bağlı bir subay olduğum için burada hapistebulunuyorum. Ama biliyorumki ülkem için ben okyanustabir kum tanesi gibiyim. Canım vatanıma, ulusuma feda olsun. Askerlikmesleğine başlarken canımı bu  vatan uğruna gözümü bile kırpmadan feda  edeceğime yemin ettim. Beni verdikleri ceza ile korkutamazlar, 16  yıl değil, 160 yıl ceza verseler Atatürk'ün yolundan bir adım geri atmam.
Benim üzüldüğüm husus gözümün önünde yandaş medya aracılığıyla Türk  Silahlı  Kuvvetleri’nin  yıpratılması,  başarılı subayların,  general  ve  amirallerin tutuklanarak tasfiyeedilmesi ve buna aynı yöntemlerle devam edilerek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zayıflatılması, Türk adaletinin bu ve benzeridavalarla yok edilmesidir. Komutanlarımızın bu gerçeğigörmeyip, görevlerine hiçbir şey olmamış gibi  devam etmelerini  anlamam çok zor. Umarım ne yaptıklarını biliyor ve ülkemizin nereye gittiğini görüyorlardır. Burada yazdıklarım yanlış anlaşılmasın. Ben onlardan siyaset yapmalarını değil, her komutandan göreviolan personelini ve TSK’ni  korumalarını istiyorum. Masum  personellerini çetelere yem etmemelerini ve TSK’nin yıpratılmasını ve zayıflatılmasını önlemelerini istiyorum.”
              İşte böyle sevgili “aydınlar”.  Tabii ki tüm gazeteciler, Hrant Dink ve Pınar Selek davaları son derece önemli. Ama benzer hukuk mağduriyetlerine uğramış subaylarınızın durumunu görmezden gelirseniz, aydınlığın değil karanlığın parçası olursunuz…
            Sevgili ülkem, dış basına göre, ekonominin harika gittiği bir ileri demokrasi ülkesinde bir eli yağda bir eli balda yaşıyor! Otelinin odasında televizyonlarımızda süren Amerikan usulü eğlence ve yarışma programlarını izleyen, AVM’lerimizi gezen bir yabancı gazeteci, şu sözlerimize ne  kadar inanır, siz düşünün artık!


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

21 Ocak 2013 Pazartesi

Üç haftaya sığan acı ölümler... / Bedri Baykam / 22 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..




           Ölüm kalleş, doğanın acı kanunu ölüm... Tüm siyasal, sosyal, kişisel plan ve hedeflerimizi hiçe sayarak kafasına göre takılır. Üç haftada belirli ölçülerde yakınen tanıdığım, Türkiye'de iz bırakmış beş değerli insan vefat etti. Bir tiyatro sahnesi ki, yönetmenin ne zaman, kimi cımbızla çekip alacağını bilmek imkansız. Kimi belki söyleyeceğini henüz yeni hazırlıyor, kiminin sözü duyulmuş, kiminin ise daha sunamadığı sayısız replik var belleğinde...
           Asım Kocabıyık: Asım Bey'in kendisiyle çok fazla görüşmedim. Oğlu, Ahmet Kocabıyık yakın dostum. Gerek çocuklarını, gerek şirketini nasıl çağdaş bir vizyonla yetiştirdiğini, nasıl aydın ve Atatürkçü bir Türkiye'ye oksijen ve adrenalin verdiğini görünce, rahmetliye hayran olmamak elde değil. Bu başarıların Anadolu'nun ortasında sıfırdan başlayan bir gencin eseri olduğunu hazmettiğimiz zaman ise, işin değeri üç misline çıkıyor. Gerek kurduğu holdingle, gerek ailesiyle, gösteriş hastalığına hiç yakalanmadan  klas ve mütevazı kalmayı becermiş Asım Bey. Hem de “ağır sanatsever”bir aile yetiştirerek! Örnek olsun!
           Metin Kaçan: Sevgili Metin, tabii ki en çok "Ağır Roman"la anılacak. Bu da bir şekilde bizim West Side Story’miz sayılır. Nerede tanıştığımızı hatırlayamam, ama 80'lerin sonlarıydı. Beyoğlu kültürünün bir parçasıydık. Zaten Manastır  atölyem Tarlabaşı’nda olduğu için biz hep oralardaydık. Metin candan, espritüel ama bir o kadar da az konuşan, gözlemci bir arkadaşımızdı. Hasan Kaçan'la futbol oynardık. "Ağır Roman"ın filmi bizim sokaklarda, hatta bizim Manastır binasında çekildi. Tabii o yaşamı, ömür boyunca içinden geçerek masallaştıran Metin, inanılmaz özgün ve çığır açıcı bir filmin mimarı oldu. Çoktandır görüşemiyorduk. İşin acı tarafı sanki kendi senaryosuna bir son seçti Metin... Bu şok haberin dedikodularının çıktığını, bir gün önce bana ortak arkadaşlarımızdan Küçük İskender haber vermişti. Maalesef söylentiler gerçekmiş. Daha üretecek çok eseri vardı.
           Burhan Doğançay: Değerli duayenimizle Amerika dönemimde New York'ta tanıştım. Sergilerim olduğunda kendisi ve rahmetli Erol Akyavaş'la görüşürdük. Burhan Bey haklı olarak o insan öğüten jungle’da gerek Türkiye'nin, gerek burjuvazimizin Türk sanatçılarını yalnız bırakmasını affedemez ve sert eleştirilerini sıralardı. Gerçekten o dev kente imza atmış, müzik dünyasını elinde tutan ünlü vatandaşlarımızdan bile pek destek gelmezdi. Şayet o yıllarda Akyavaş ve Doğançay’ın arkasında bir kadro olsa, en güzel yılları her açıdan çok daha verimli geçebilirdi. Şimdi Tarlabaşı'ndaki Doğançay Müzesi'ni geliştirerek onun ismini en güzel şekilde yaşatmayı, umarım bu toplum başarır.
           Mehmet Ali Birand: Mehmet Ali Bey hakkında çok güzel şeyler söylendi. Onun programlarına defalarca bizler de katıldık. Hep dengeli söz hakkı dağıtmaya çalışırdı. Neden bu kadar sevildiğini herkes düşünmeli. Belki güleryüzü, belki uslubu... 32. Gün, 80'ler boyunca sabırsızlıkla beklenilen bir siyasal aktüalite-belgesel karışımı fenomendi. Bu kadar başarılı televizyoncunun onun ekolünden çıkmış olması tesadüf değil. Kim ne derse desin “MAB” hiçbir zaman medyada haklı eleştirilerimize maruz kalan 2. Cumhuriyetçilerden biri olmadı. Öte yandan bazı Atatürkçüler kendisine kırgındı. Tarafsız görünmeye çalıştı ama herhalde farklı kesimlerle kurabildiği empatiyi, ulusalcılarla veya şehit aileleriyle kuramadı; en azından bu böyle göründü. Neyse, ülkenin gerginliklerinin hesap-kitabına girmenin sırası değil.
            Toktamış Ateş: Ateş'in toplumun daha geniş tabakalarıyla buluşması, Uğur Mumcu'nun ölümünün ardından oldu. Her ne kadar kimse Mumcu'nun yerini alamasa da, Ateş o yıllarda o boşluğu ciddi oranda doldurmaya çalıştı. Solun birliği için 1993’te Taban Operasyonu’nu başlattığımızda, kendisinden büyük destek almıştık. O yıllarda Anadolu'nun herhangi bir noktasında,"Türkan Saylan-Toktamış Ateş-Bedri Baykam" tipik konuşmacı kadrosuydu. Sayısız panele beraber katıldık. Aynı gazetede yazdık. Sonra 90’ların sonlarında önce aramızda  polemikler yaşandı. Daha sonra Ateş, Atatürkçü mücadelenin çekirdek kadrosundan koptu ve 2000’lerin dönüştürülen farklı Türkiyesi döneminde, farklı bölge ittifaklarına girmeyi tercih etti, yollarımız 10 senedir ayrıydı.
            Her birine Allah rahmet eylesin, yakınlarına sabır versin. Umalım ki bu "kötü seri" bitsin. Ölüm, sonsuz sandığımız renkli bir piyesin hakem kararıyla ani perde indirmesi. Ve bu filmin sonunu kimse görmeyecek. Bu da tesellimiz mi, yoksa bu absürditenin parçası olmak bizi zaten meraktan öldüren bir kahır mı, siz karar verin... 


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

14 Ocak 2013 Pazartesi

BALYOZ TUTUKLULARIYLA EMPATİ KURABİLİYOR MUSUNUZ? / Bedri Baykam / 15 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Lütfen kendinizi onların yerine koyun. Ülkelerini sevdikleri, TSK’ya saygı duydukları için asker olmuşlar, bu bağlılığı kalıcı hale getirmişler. Kar kış açlık dağ tepe demeden terörle mücadele etmişler. “Yurtta sulh, cihanda sulh” felsefesine inanmışlar, yurtlarını korumaktan başka suçları yok ortada. Keşke dünyada sınırlara, ordulara hiç ihtiyaç olmasa, keşke dünyada silah denilen o korkunç aletlere de gerek olmasa, bunlar toptan yok edilse. Ama işte ne var ki dünya başka noktalara sürüklenmiş. Suç herhalde bizim askerlerimizde değil. Ülkeyi parçalamak isteyenler, kardeş kanı dökenlerle savaşmışlar, insanlarımızı ve vatanı korumak için, hata mı etmişler?
Şimdi yeni bir
“süreç”başlamış bilmem kaçınci kere. Mantığı doğru oturtulursa barışı kim istemez? Ama bu yakın döneme bakınca TSK’nın en cesur, en özverili mensuplarının, Genel Kurmay Başkanı’ndan teğmenine kadar, şimdi hapislerde terörist muamelesi gördüklerini biliyoruz. Suç olarak soyut, kanıtsız iddialar dolaşıyor. Öte yandan esas suçları da ortada: Atatürkçü birer nefer olmak, yurdunu korumak, ödünsüz laik ve demokrat olmak. Bunun ötesinde onlara iddianamelerde yakıştırılan suçların hiçbiri kamuoyunu ikna eden bir noktaya yükselemedi, tam tersine “sehven”eklenen mantık dışı bulgular, traji-komik eleştirilerin odağı oldu.
Şimdi tam
barış konuşmaları İmralı üzerinden başlamışken Paris cinayetleriyle dünya birbirine girdi (Öncelikle şunu not edin ki, “Apo”artık, “İmralı” oldu. “Sn. Öcalan” lığa giden yolda ara durak. Hitap deyip geçmeyin. Bakın yılların kardeş “Esad”ı, Sam Amcaile ters düşer düşmez nasıl düşman “Esed”oluverdi!). Fransız polisi, elindeki tüm verilerin bunun bir iç hesaplaşma olduğunu söylüyor. Ama birileri yine Türkiye’yi ve derin devleti (!) suçlama peşinde... Öte yandan her cinayete vicdanı olan herkes karşı çıkar ama herkesten her cinayete eşit derecede üzülmesini bekleyemezsiniz. PKK’yı kuran bir insanı da herkes “Rahibe Teresa” veya Türkan Saylan kadar benimsemiş olamaz. Birbirimizi aldatmayalım... Dünyanın terör örgütü kurma, öldürme fikirlerinden uzaklaşacağı, barışın öne çıkacağı günlerin yakın olduğunu umduğumuzu söylemekle yetinelim.
Şimdi askerlerimiz ister Balyoz, ister Ergenekon davasından içerideler ve yaşananları inanamayarak, belki özeleştiri yaparak izliyorlar: Özellikle son 7-8 yıldır TSK’ya yapılan her türlü manevi hakarete, suçlamaya, gereken yanıtları vermemiş olmak ve kamuoyu önünde TSK’nın adım adım
“suçlu”sandalyesine oturtulmasını seyretmiş olmak... Aydınlarımızın demokrasiye inanan önemli bir kısmı ise, ne kadar acıdır ki, konu “Ordu” olunca, bir dava konusunda gazeteciler için çıkardıkları gürültüyü koparamıyorlar.“Aman ne olur ne olmaz, uzak duralım”ihtiyatından, TSK’yı ne yaparsa yapsın artık hep suçlu görmeye kadar uzanan bir tavır dizisi var önümüzde. O askerleri, o komutanları belki de hakları çiğnenmiş birer ters hukuk mağduru olarak görmek zor geliyor insanlara. İnsancıklar, kendi gölgelerinden korkan aydıncıklar, iktidar yağcıları gerçeklerden kaçıyorlar.
Eski AİHM yargıçlarından Rıza Türmen,
“Mahkeme kasıtlı olarak delillerin üzerini örtüyor ve saklıyor, delillerin tartışılmasından kaçıyor. Yargıçlar da her girdikleri duruşma sırasında yargılanırlar. Balyoz’da hakimlerin kendileri de yargılanmış ve mahkum olmuşlardır” diyor. Bir eleştiri cümlesi de twitter üzerinden halktan aktarmak istiyorum: Eldeki dijital “sözde” delillerin yazılım özelliklerinin suçun isnat edildiği tarihte “varolmayışı”hakkında bakın “Cerenimo” ne yazmış: ‘2007 model araba ile, 2003 yılında kaza yaptınız’ cümlesi kadar mantıksızlık abidesi” . Bunun üzerine ne yazılabilir ki? Teşekkürler! Kimbilir bu yaşananlar hakkında efsanevi kızılderili lideri Geronimo daha neler söylerdi, namus, vatan ve vefa hakkında!
İşin daha da akıl almaz boyutları var. Mesela Savunma Bakanı, sözde deliller hakkında
“Deniz kuvvetleri’nde Office 2000 kullanılmaktadır. 2007 yılında çıkan bir programın 2003 yolunda kullanılması mümkün değildir”diyerek, “Cerenimo” ile aynı dili kullanmaktadır. TSK ise, Balyoz Hakimlerinin “Delillerin asılları Karargahtadır”sözlerini anında yalanlayarak çürüttü. Yani davanın elle tutulur yanı kalmadığını yalnız avukatlar veya demokrat aydınlar değil, diğer “Başbakan’a yakın kurumlar” da görüyor!
“Ben duyarlı bir vatandaşım” diyen herkes, bu yadsınamaz veriler karşısında üzerine düşeni yapmaya ve TSK mensupları ile empati kurmaya mecburdur...

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

‘ARTISTS INITIATIVE’ SHINED IN BOSTANCI by BEDRİ BAYKAM


ARTISTS INITIATIVE’ SHINED IN BOSTANCI
By BEDRİ BAYKAM
On Sunday. 4500 patriots who jammed the ‘Bostancı1Performance Hall’ spent a very satisfying day enjoying a great organization realized by the ‘Artists Initiative’. Amongst those that made a mark on this six-hour-long marathon between 5:30 - 11:30 pm, were some of the most important artists of the country.
This ‘Grand Meeting’ was such a big event! Probably no organizer would have been able able to
orchestrate an activity of this scope that involved actors, singers, poets such as Ataol Behramoğlu, Tarık Akan, Mehmet Aksoy, Nejat Yavaşoğulları, Ümit Zileli, Edip Akbayram, Genco Erkal, Timur Selçuk, Sadık Gürbüz, Kubat and numerous intellectuals. The night progressed with incredible enthusiasm...
The seeds of ‘Artists Initiative’ were sown almost a year ago when my wife and I invited eight of our artist friends over to dinner. That evening; Ataol Behramoğlu, Orhan Aydın, Levent Kırca, Edip Akbayram, Ümit Zileli, Orhan Kurtuldu, Mehmet Güleryüz and I, along with our partners discussed the state of the country. In the natural course of events we decided to realize this democratic response. The rest, the public is already knows. Actually, this statement is also exaggerated. Because in
THIS COUNTRY, a ‘media organ’(!) that has the courage to convey to the public loudly enough, the intelligentsia’s criticism of those in power with reasonable justifications-at least according to them (!)- is almost non-existent.
As ‘The Artists Initiative’ regarding this night, successful beyond our expectations, I have some crucial notes: After the as encouraging opening speech delivered by Behramoğlu and performances by esteemed artists, it was my turn to speak. My most acclaimed articulation was the following:
“Either we will be at it hammer and tongs and disintegrate with allocations like ‘you are a kemalist, I am a socialist; you are a social democrat, I am a trotskyist’ and then there will be no use in complaining after the elections lost again for sure, or we will become one fist, uniting around the Main Opposition party (Republican People's Party), and joining hands with the other opposing parties and NGOs, we will demolish the barricades erected in front of us. You can call this if you like, a” marriage of logic”, or of love or of passion; we are obliged to do this. We will succeed and defeat darkness at the ballot box. A lot depends on the Main Opposition: Please look no more in vain for vast horizons in waters that do not belong to us. Seek it in our waters, here in this room." After my speech, the opposition leader Kemal Kılıçdaroğlutook the stand and addressed the exuberant crowd. He stated that he received the message conveyed and added, “Common denominators should be put forward, and the denominator is Mustafa Kemal Ataturk”for which he received a long round of applause and he left after making a decided and promising speech.
Later on there was good deal of exhilarating music, superb poetry, and excerpts from plays.Then all the artists gathered around Timur Selçuk and his piano and sang songs that had the last word on why this crowd gathered there and then. This spectacular get together was backed by Kadıköy, Maltepe, Beşiktaş and Sarıyer municipalities.
There were two mishaps I would like to comment on. One was my dear friend Melike Demirağ’s reprimanding those that shouted slogans and her surprising insistence. This caused an unnecessary tension. No one, especially a person who has officially no say on the organization of the night or the weight of politics in the country in the last decades, should interfere with the slogans of such a rapturous crowd. The second one, a far more serious incident was Levent Kırca’s speech after Kılıçdaroğlu left. My estimable friend, it seems, was caught up in outdated interpretations of affairs and was not also aware of the support the crowd gave to my thoughts on the need to merge all oppositions under the leadership of the main opposition. Kırca’s claims that Kılıçtaroğlu confiscated his (Kırca’s) turn to speak and
“made a propaganda of his party CHP”, with due respect, shows that he is way off target. First of all, Kılıçdaroğlu made no approach to deliver a speech nor was in the lineup. Because of our persisting insistence he put Bostancı on his agenda and came all the way from Menemen.2When he arrived, Behramoğlu, on behalf of the Artists Initiative, asked him to deliver a speech. Secondly, in his speech he stood up for the common denominator that supported our determination ‘to become one fist’ and tackled to get the ball! Is there anything more sublimethan that?
I have to admit that these are the old chronic diseases of the left and the nationalists. We no longer have time for such whims. To win the elections we are obliged to gather the votes in one basket. And this can only be achieved by giving open support to the Main Opposition, and if we need to criticize them, do it in a constructive way by putting them back into orbit. If we continue reiterating this same reprise “We are at equal distance to all parties. We don’t support anyone in particular”, our brothers and sisters will suffer more at the Silivri Penitentiaries and other houses of oppression and be exposed to torture they do not deserve. So for this reason, everyone should now watch their steps and refrain from obsolete side shows.

11 Bostancı is a neighbourhood of Kadıköy district in Istanbul.

22 Menemen is a town in the province of Izmir. İt was there that the young officer Kubilay was beheaded by religious fundamentalists, years back, on the 23rd of 1930. Every year since then, commomerations are hold there (and elsewhere) about the event.

7 Ocak 2013 Pazartesi

DANIŞTAY CİNAYETİ YETMEZ, PAPA’YI DA ERGENEKON’A BAĞLAYIN! / Bedri Baykam / 8 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



          Durum o kadar mantık dışı ki, bunun hakkında makale kaleme almak bile yoğun sabır ve sinir kontrolü gerektiriyor.
           Ergenekon’dan tutuklu aydınlarımız hakkında bir türlü beş yıldır elle tutulur herhangi bir delil bulunamadığı için, kimilerinin “bulabildiği formül”, Danıştay cinayetini akıl almaz bir çeviklikle Ergenekon’a yükleyip, böylece bu “çok tehlikeli silahlı terör örgütü” olarak sunulan gruba bir cinayet hediye etme kararıydı. Birileri düğmeye bastı ve ardından akıl almaz bir “montaj sanayi” operasyonuyla, Danıştay 2. Daire üyesi Özbilgin’in canına mal olan ve Daire Başkanı Birden ile  üç üyenin yaralanmasına yol açan, failleri Alpaslan Aslan ve Osman Yıldırım olan siyasi cinayet, durup dururken Ergenekon’un küfesine atılıverdi. Hem de Aslan’ın açık açık “Cinayeti türban davasında aldıkları karar yüzünden işledim” demesine rağmen! Hem de malum 13 Şubat 2006 Pazartesi tarihli Vakit Gazetesi, bu üyeleri “Türban Kararı” dolayısıyla doğrudan hedef göstermişken... Yani olayın akış mantığı A’dan Z’ye, yine Atatürkçülere yönelik bir hain saldırıyı işaret ederken, gerekçe ve itiraf konuyu net olarak izah ederken, olay bir sürrealist komplo senaryosuna çekiliverdi!
           Her birimiz, izlediğimiz onca polisiye filmden biliriz. Herhangi bir komplo senaryosu imal edebilmek için, uyduruk da olsa, eğreti de dursa, sonuçta suçu üzerine atmak istenilen kişiyi tuzağa düşürebilmek için, bir hikaye, bir sahte delil, bir bağlantı kurgulanır. Burada da,  “Bu cinayeti Atatürkçüler, darbe ortamı yaratmak için işlediler” kurgusunu ortaya atmaya cesaret etmek için, basitinden de olsa bir bağlantı lazım. Yani uzun lafın kısası, bu cinayette tetiği çeken Aslan, onun etrafında gezinenler veya silahı tedarik edenlerden en az birinin, “Ulusalcı-Atatürkçü” gruplardan biriyle bir ilişkisini ortaya çıkarmak lazım. İyi de aradan geçen onca yıla rağmen, Aslan’ın veya Yıldırım’ın bir mesela CHP’nin, İP’in, bir eski ilçe Başkanı, veya ADD’nin bir il Başkanı olduğuna dair bir kanıt bulunabildi mi? Hayır. Ortaya yalnız Yıldırım tarafından atılmış Muzaffer Tekin’e yönelik alakasız bir suçlama ve gizli tanık 9’un bunları onayladığı iddiası var. Bir çok gazetede Yıldırım ve “GT9”un aynı kişi olduğunun yayınlandığını da anımsarsak, bu da havada kalıyor. Daha da acısı, askerde sürekli komutanlarına saldıran Yıldırım hakkında cinayetten çok önce, 2005’de tam teşekküllü bir üniversite hastanesinin “ileri derecede anti-sosyal kişilik bozukluğu” tanısı koymuş olduğu gerçeği var. Yani Yıldırım’ın hiçbir tanıklığı hukuki olarak ne geçerli ne inandırıcı olabilir. Anlayacağınız, bu mantık tanımaz “komplo” teorisini somut verilerle Ergenekon’a bağlayacak HİÇBİR ŞEY ELDE YOK... Buna rağmen, gazeteci sıfatlı şatafatlı kadınlar, iddialı profesörler, utanmadan TV’lerde, Ergenekon hakkında “zaten Danıştay davası da bu davaya bağlandı” diye fikir beyan edip ortalığı bulandırabiliyorlar!
            O zaman neden bu kadar mütevazı davranıyorlar ki? Danıştay davası yetmez. Mesela Papa cinayeti  veya Kennedy cinayetidavaları da Ergenekon’a bağlanabilir diyorum. Madem hiçbir kanıta, mantıklı silsileye ihtiyaç duyulmuyor, o zaman bu davalar da dosyaya eklenerek olay uluslararası kamu oyunda daha da etkili hale getirilebilir. Böylece o “son derece tehlikeli” örgüt, tüm geçmiş“uluslararası marifetleri ve bağlantılarıyla” da teşhir edilmiş ve çökertilmiş olur! Belki yeni bir dünya lideri de bu sayede kurtulur! Mesela NATO’nun bir komutanının arabasının arkasındaki bir vasıtada tesadüfen bulunacak bir ulusalcı gazeteci kıskıvrak yakalanır ve onun mikrokozmik odasında ele geçirilecek belgeler, Ergenekon davasının dosya birikimine %5’lik bir eklenti yapabilir.Burada gerçekötesi cümleler olarak  okuduğunuz fikirlerimle alay ediyorsanız, o zaman lütfen bu Danıştay veya Cumhuriyet gazetesi bombalanması olaylarının faillerinin Perinçek’le, Özkan’la, Balbay’la, İbrahim Özcan’la, Haberal’la, Hilmioğlu’yla,  Erenerol’la,  Poyraz’la bu yadsınamaz bağlantıları nelerdir, açıklayın da biz de öğrenelim!
            Sizler bu satırları okurken, Salı sabahı, Taxim Hill’de sağlık durumu her geçen gün maalesef daha kötüye giden eski İnönü Üniversitesi rektörü Fatih Hilmioğlu’nun tahliye edilmesini talep eden bir basın toplantısı yapılıyor olacak. Umarım bu zulüm son bulur. Mücadele, hukuk, mantık, demokrasi, insan hakları ve insaf adına her cephede sürmeye devam ediyor...  
     

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..             

31 Aralık 2012 Pazartesi

2013 YILINA HOŞGELDİN SEVGİLİ YURTTAŞ! / Bedri Baykam / 1 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



2013’e hoşgeldin sevgili Yurttaş!
Seni buraya, tuttuk 1983’den getirttik!...

           Her ne kadar kanser hala yenilmediyse, taksiler hala uçamıyorsa, Ankara’dan Los Angeles’a hala üç saniyede ışınlanılamıyorsa, ömrün uzunluğu 157 yıla çıkmadıysa ve hatta ayda tatile gidemiyorsak da, her vatandaş henüz yüksek öğrenim göremiyor ve Milli Takım henüz Dünya Futbol Şampiyonu olamadıysa da, her şeye rağmen “gelecek zamanlar”da sizi şaşırtacak epey malzememiz var.  Bu gerçekötesi senaryoda, en değişmez görünen şeyler yerinden oynayıp en olmadık kara delikler tarafından yutulup bugüne sunulmuşlar. Görecekleriniz sizi teatral olarak dahi şoka uğratabilir! Bu nedenle size iki hazırlık olarak Xanax vermiş olmamızı mazur görün. Şimdi kemerlerinizi bağlayın ve 2013 Türkiyesi’ni izlemeye çalışın!
         2013 Türkiyesi’nde iktidar İslamcılar ve tarikatçılar arasında gergin bir uzlaşmayla paylaşılmış.
Birbirini yiyerek yok eden “sol kesim” iktidarı hala görememiş; TSK kendi varoluş şartlarını, görevlerini toptan imha ederek terketmiş. “Karaoğlan”solu birleştirmemeye yemin etmesinin ötesinde, tarikat önderlerine açıkca destek vererek ülkenin dinci gruplara teslim edilmesinin önünü açmış, kendisine “geçmişi hatırlaması” için adeta yalvarmaya gelen Üniversite hocalarını, öncü düşünürleri elinin tersiyle kovalamış. Bu Türkiye’de, 1983’de Evren’in elini öpmek için kuyruğa giren patronlar ve siyasiler şimdi Başbakan ve Cumhurbaşkanı emriyle kendisini hapse atmak için dava ve suçlama yarışına girmişler. Gazetelerin adı artık “medya”; patronları başka işlere boğazlarına kadar batmış olduklarından sayfalarını eften püften şeylere ayırıp, Cumhuriyet düşmanları hakkında yorum yapmaktan bile korkar hale gelmişler! Onların televizyona çıkardıkları isimler, sinsi Atatürk düşmanlığında yıllarca staj yapmış, üniversitelerde ders vermiş, eli viskili yobazlar. Bu ülkede kadınların yarısı, sanki aniden yeni bir peygamberden emir almışcasına, başlarını lastikli malzemelerle örtüp saçlarını saklamaya, kendi anneannelerinin örtünme stilini zavallı görmeye başlamışlar, neredeyse onları “dinden sapmış”  ilan edecek hale gelmişler. 1983’den günümüze davet ettiğimiz dostumuz gülerek sormuş: “Eee,kim yapmış bunları? Demirel mi? Özal mı? Cilalı İbo mu?”. Sunucu gözlerini kaldırmış, bir durup sonra devam etmiş saymaya: Bu Türkiye’de yargı artık bağımsızlığını kaybetmiş, hükümet doğrudan atamalara karışmaya ve Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumların yöneticilerini kendi belirlemeye başlamış. “Devlet” Kubilay’a yapılan vahşeti görmezden gelmeye başlamış, “irtica” suç olmaktan çıkarılmış, çünkü “tanımlanamıyormuş”. Bu Türkiye’de tam tersine “Kemalizm” suç sayılır olmuş ve tutuklu yüzlerce yazar, politikacı ve asker hapisleri doldurmuş. Bölücülerle pazarlık almış başını yürümüş. “O ne? Neyin bölücülüğü? Neyi paylaşamamışlar?”diye sormuş 83’lü. Sunucu bu sefer bakmamış bile: Boşveeer, anlatmak uzun sürer, hem de anlaman kolay değil. “Devlet”, alkol satan yerlere kısıtlamalar getirip “Milli İçki” lakaplı rakıya inanılmaz vergiler koymuş, devlet masalarında içki servis edilmez olmuş. Şimdi sıkı dur: Bu Türkiye’de, Atatürk anıtlarına çelenk koymak uydurma gerekçelerle yasaklanmış, halkın 29 Ekimi kutlaMAMAsı için, polis çeşitli caddeleri halk yürüyemesin diye barikatlarla kapatıyormuş. İnsanlar toplanamasın diye Taksim Meydanı yerle bir edilmiş, kentin her parkına, halka rağmen bir cami yapma yarışına girilmiş.
               Sunumu izleyen 1983 patentli yurttaşın önce suratı asılmış, sonra sunucunun sözünü kesmiş: “Çok mu komik bu kabareniz? 2013’de bunlara mı gülecekler? Zeki Alasya’nın marifeti mi bu, yoksa Ferhan’ın mı?” diye sormuş. Sunucu acı acı gülümsemiş: “Orası karışık. Bu zaman makinesi palavralarına kimisi gülüyor, kimisi ağlıyor, kimisi ise hiçbir şey olmamış gibi başını kuma, alış verişe gömerek ot gibi yaşıyor”. “Başka?” diye sormuş zaman gezgini... “Bir tek gençler ve sanatçılar kaldı, bu kirli oyuna doğrudan karşı çıkan... Durdurabilene aşkolsun! Çünkü...” “Yeter” diye sözünü kesmiş 83’lü. “Ufak at da civcivler yesin! Evren’le  yaşadıklarımız o kadar ağır ki, sizin abuk mizanseniniz hiç komik gelmedi” deyince sunucu heyecanlanmış: “Yer değiştirelim mi? Ben razıyım”
              
Mutlu yıllar sevgili okurlar! Siz yer değiştirir miydiniz? Yoksa kabusunuzu mucizevi bir şekilde geri döndürecek asil kan damarlarınızda mevcut mu? Bu yanıt geleceğinizi belirleyecek...


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

24 Aralık 2012 Pazartesi

BOSTANCI’DA “SANATÇILAR GİRİŞİMİ” PARLADI! / BEDRİ BAYKAM / 25 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi ..



            Pazar günü Bostancı Gösteri Merkezi’ni hınca hınç dolduran 4500 yurtsever, Sanatçılar Girişimi’nin büyük organizasyonuyla çok tatmin edici bir gün geçirdiler. Saat 17:30’dan gece 23:30’a kadar süren altı saatlik maratona imza atanlar arasında ülkenin en önemli sanatçıları vardı.
             Herhalde hiçbir organizatörün başaramayacağı kapsamda düzenlenmiş bir aktivite olan “Büyük Buluşma”nın içinde Ataol Behramoğlu’ndan Tarık Akan’a, Mehmet Aksoy’dan Nejat Yavaşoğulları’na, Ümit Zileli’den Edip Akbayram’a, Genco Erkal’dan Timur Selçuk’a, Sadık Gürbüz’den Kubat’a, ülkenin sayısız aydını vardı. Gece inanılmaz bir coşku ile sürdü.
             Sanatçılar Girişimi’nin kökü, neredeyse bir yıl kadar önce sekiz sanatçı dostumu, eşimle birlikte evde yemeğe davet etmemizle başlamıştı. O gün, zaten sık sık birlikte kafa patlatan sanatçılardan Ataol Behramoğlu, Orhan Aydın, Levent Kırca, Edip Akbayram, Ümit Zileli, Orhan Kurtuldu, Mehmet Güleryüz ve ben, eşlerimizle beraber ülkenin durumunu ele almıştık. Doğal akışta bu demokratik tepkiyi yaşama geçirme kararı aldık. Gerisi zaten kamuoyunun malumu. Aslında bu cümle de abartılı. Çünkü BU ÜLKEDE, aydın insanların -en azından kendilerine göre (!)- haklı gerekçelerle iktidara olan eleştirilerini, duyulur şekilde halka iletecek cesarette “medya organı” (!) yok denecek kadar az.
              Sanatçılar Girişimi olarak beklentilerimizin de ötesinde bir başarıya ulaşan gece ile ilgili bazı kritik notlarım var: Behramoğlu’nun yüreklendirici açılış konuşmasından ve bazı değerli sanatçılardan sonra sıra bana geldi. En çok alkış alan vurgulamam şuydu: “Ya hala ‘sen Kemalistsin, ben sosyalistim, sen sosyal demokratsın ben Troçkistim’ gibi ayrımlarla birbirimizi yiyip ayrışacağız ve o zaman seçimlerden sonra yakınmanın bir anlamı olmayacak, ya da yumruk gibi Ana Muhalefet’in etrafında birleşip, diğer muhalif partilerle, sivil toplumla  el ele verip önümüze dikilen barikatları yıkacağız. Bunun adına ister mantık evliliği deyin, ister aşk veya tutku, buna mecburuz. Bunu başarıp karanlığı sandıkta yeneceğiz. Ana Muhalefet’e çok iş düşüyor: Lütfen artık engin ufukları, bize ait olmayan sularda, beyhude çabalarla aramayın. Kendi sularımızda, şu salonda arayın” .
           Konuşmamın ardından kürsüye gelen Kılıçdaroğlu, bu mesajı aldığını ve “Ortak paydaların öne çıkarılması gerektiğini, bu paydanın da Mustafa Kemal Atatürk olduğunu” söyleyerek salondan büyük alkış aldı ve umut verici kararlı bir konuşmanın ardından salondan ayrıldı.
            Gecenin devamında birçok çoşturucu müzik, nefis şiirler ve tiyatro bölümleri izlendi, tüm sanatçılar Timur Selçuk’un piyanosu başında birleşip beraber geceye nokta koyan şarkılar söylediler, Kadıköy-Maltepe-Beşiktaş-Sarıyer Belediyeleri’nin desteğini de alan muhteşem buluşma sona erdi.
           Gecede yorumunu yapmak istediğim iki nazar boncuğu oldu. Birincisi sevgili Melike Demirağ, salondakilere, attıkları sloganlar konusunda ikazlar yaptı ve bunda ısrar etti. Gereksiz bir gerginlik oldu. Kimse, hele bu konuda yetkisi olmayan biri, böyle çoşkulu bir salonun sloganlarına karışamaz. İkinci ve çok daha vahim olay, Levent Kırca’nın Kılıçdaroğlu ayrıldıktan sonra yaptığı konuşmaydı. Değerli arkadaşım olayların biraz eski yorumunda kalmış ve salonda yaptığım, tüm muhalefetleri ana muhalefetin önderliğinde birleştirme gereği fikrinin aldığı desteğin de farkına varmamış. Kırca’nın kalkıp “Kılıçdaroğlu’nun kendisinin sırasında konuştuğunu ve CHP propagandası yaptığını” söyleyen Kırca, kusura bakmasın ama durumu ıskalamış. Birincisi, Kılıçdaroğlu’nun orada bir konuşma talebi veya sırası yoktu. Bizlerin büyük ısrarıyla Bostancı’yı programına aldı ve Menemen’den kalktı geldi. Bir konuşma yapmasını ise Sanatçılar Girişimi adına kendisinden Behramoğlu rica etti. İkincisi, konuşmasında “yumruk gibi birleşme” kararlılığımızı destekleyen ortak paydayı savundu ve topa girdi. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi?
            İtiraf etmem lazım ki, bunlar solun ve ulusalcıların eski kronik hastalıkları. Artık bu kaprislere vaktimiz kalmadı! Seçimleri kazanmak için oyları tek sepette toplamaya mecburuz. Bu da Ana Muhalefet’e açık bir destek vererek, onu eleştireceksek de yapıcı şekilde yörüngesini düzelterek olur. Eskisi gibi “Biz her Parti’ye eşit mesafedeyiz. Kimseyi tutmuyoruz” nakaratına devam ederseniz, Silivri ve diğer zulümhanelerdeki can kardeşlerimiz daha çok acı çekerler, hak etmedikleri işkencelere maruz kalırlar. Bu nedenle herkes artık ayağını denk alsın ve demode şovlara kalkışmasın.  


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..